30.5.10

Salinger: Çavdar Tarlasının İzinde Bir Don Kişot

,
Cornish'deki evinde
fotoğraf çekenleri engellemeye çalışırken

"Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir."
Holden Caulfield- Çavdar Tarlasında Çocuklar

Her yazar ilgiyi sevmez. Her yazar, insanların durmadan hakkında konuşmasını da istemez. Salinger'ın insanlardan, kalabalıklardan, şehirden ve dedikodu kazanlarından kaçarken gittiği her kilometre, "Holden'ı kendinizden esinlenerek mi yazdınız?" sorusunun sorulma sayısına eş değer. Soru soranlar çoğaldıkça Salinger kaçıyor, Salinger kaçtıkça soru soranları çoğalıyor. Çavdar Tarlasına kaçışı ise, peşini bırakmayan gazeteciler, fotoğraçılar; onun gizliliğinden kendisine pay çıkartmak isteyen aç gözlü biyografi yazarları, eski sevgililisi ve öz kızı yüzünden asla bitmiyor. Kafasını içeri uzatmak isteyen meraklılar ısrar ettikçe, Salinger dünyayla arasındaki duvarları yükselttikçe yükseltiyor ve sonunda tıpkı ölümsüz anti-kahramanı Holden'ın hayalindeki gibi, kendi inşa ettiği izole kulübesinde sessiz sakin ve insanların tümünden uzak yaşarken, hayatını noktalıyor.

1919'da New York Manhattan'da doğan Jerome David Salinger, zengin peynir ithalatçısı Yahudi bir baba ve İrlanda'lı bir annenin oğlu. Çocukluğunda ailesi onu Jerome diye değil, Sonny diye çağırıyor. İlkokul yıllarını başarısız bir öğrenci olarak geçiren Salinger, 1934-1936 yılları arasında Askeri Akademi'ye girip kısa sürede buradan ayrılıyor. Buradaki arkadaşları onun iğneleyici zekasının o zamanlar bile belirgin olduğunu söylüyorlar. 18-19 yaşlarına geldiğinde genç Salinger 5 ay Avrupa'da kalıyor. 1937-1938 yıllarında Ursiunus ve New York üniversitelerine giriyor.

Oona O'Neil'a aşık oluyor, ona neredeyse her gün mektup yazıyor. Fakat O'Neil, Charles Chaplin'le evleniyor. Çifte dair Salinger'ın mektuplarda yazdığı yorumlar ise, daha sonra mektubu gönderdiği kişilerce yayınlanıyor.

Salinger'ın edebiyatla tanışması da 1939 yılında Columbia Üniversite'sinde kısa hikaye yazımı dersleri almasıyla başlıyor. İkinci Dünya Savaşında askerlik yapıyor ve Normandiya istilasında yer alıyor. Avrupa'daki ilk aylarında birkaç kısa hikaye kaleme alıyor. Paris'te Hemingway'le tanışıyor. Hürtgenwald'daki savaşın en kanlı dönemine denk geliyor ve savaşın acı verici gerçeklerine bizzat burada şahit oluyor. Salinger'ın daha sonra davalık olduğu biyografi yazarı Ian Hamilton'a göre, Esme için: Sevgi ve Sefaletle öyküsü Salinger'ın burada edindiği deneyimlere dayanıyor.

Ordudan ayrıldıktan sonra kendisini yazmaya veren Salinger'a göre, Hemingway ve Steinbeck iyi yazarlar olsalar da, onun esas idolü Melville.

Salinger 1945'te Fransız bir doktorla evleniyor ve yazma çalışmalarına hız veriyor. Bir süre sonra, gördüğü yoğun ilgiden bunalmaya başlayan Salinger, önce kitap kapaklarının arkasındaki fotoğrafının çıkartılmasını istiyor. Edebiyat dünyasının yoğun ilgisinden kaçışını, "Hakkımda söylenenlere neredeyse ben de inanacağım." diyerek yorumluyor. Daha sonra New York'dan kaçarak Cornish'de kırsal bir bölgedeki çiftliğine yerleşiyor.

Kaçışıyla birlikte yayınları önce yavaşlıyor, daha sonra tamamen duruyor.
Fakat o kaçtıkça hayatıyla ilgili bilgi almak isteyenler artıyor. İzinsiz olark biyografisini yazan Ian Hamilton'a dava açıyor ve davayı kazanıyor. Fakat onun gizliliğinden kendisine pay çıkartmak isteyenler bununla da bitmiyor. Önce eski sevgilisi Joyce Maynard, daha sonra da kızı Margaret Salinger hakkında biyografiler yazarak, Salinger'ın kızgınlığını arttırıyorlar. Bir grup öğrenciye verdiği röportajın bir gazetede karşısına çıkmasıyla Cornish'deki çiftliğinin çitlerini yükselttikçe yükseltiyor.

1948'de yayınladığı Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün hikayesinde, Salinger'ın ünlü Glass ailesinin ilk üyesiyle, Seymour Glass'la tanışıyoruz. Glass ailesinin hikayeleri Franny ve Zooey, Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar, Seymour: Bir Giriş ve Marangozlar'la da sürüyor. Hikayelerin bir kısmında anlatıcı Buddy Glass.

1948-1959 yılları arasına tek bir roman ve birkaç kısa hikaye sığdıran Salinger'ın efsane romanı, Çavdar Tarlasında Çocuklar 1951'de basılıyor. Holden Caulfield'in masumiyet arayışının Don Kişot vari burukluğunu anlattığı kitap adını, Holden'ın Robert Burns'ün "Comin" Thro the Rye mısrasını, Catcher In The Rye olarak yanlış hatırlamasından alıyor. Argoya kaçan bir dille konuşan Holden, Soğuk Savaş Amerikasında gençlerin kült anti-kahramanı haline geliyor.

1980'de John Lennon'ı öldüren Mark David Chapman'ın cebinden çıkan roman da Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın ta kendisi. Chapman, cinayeti işleme sebeplerinin, bu romanın sayfalarında bulunabileceğini söylüyor.

Salinger, edebi konuşmanın değil, günlük hayat konuşmalarının ustası. Kısa öyküleri ise, geleneksel giriş-gelişme-sonuç öykü yapısının altını oyuyor.

Ian Hamilton'a açtığı dava için ifade vermeye gittiğinde söyledikleri ise, Salinger'ın yazar kimliğini özetliyor:

Soru: Son 20 yıl içinde yayınlanmamış uzun bir eser yazdınız mı?

Salinger: Daha farklı bir şekilde sorar mısınız? Uzun bir eserden kastınız nedir? Yayınlanmaya hazır bir şey yazıp yazmadığımı mı soruyorsunuz?

Soru: Kısa hikaye ya da dergi yazısı olmayan bir şeyi kastediyorum.

Salinger: Cevap vermek zor. Ben böyle yazmıyorum. Ben sadece yazmaya başlıyorum, neye dönüşeceğine kendisi karar veriyor.

Edebiyat dünyasının kaçağı Salinger, yazma eyleminin en saf halini tercih ediyor. "Başkaları için değil, kendim için yazmak istiyorum" derken, edebiyata olabildiğince dürüst davranıyor. Yayınlanmak, ilgi görmek onun kitabında birer zırvadan ibaret. Tıpkı Holden'ın "Çok iyi rol yaptığını bilerek rol yapan oyunculardan" rahatsız olması gibi, Salinger da çok iyi yazdığını bilerek yazan bir yazara dönüşmek istemiyor. Üslubunun dürüstlüğü ve doğallığı ise, okur üzerinde onu telefonla arayıp konuşma isteği yaratıyor. Kendi idealini kendisi gerçekleştiriyor ve edebiyatın hiç büyümeyen ergeni Salinger, beklediği masumiyeti toplumda bulamayınca kaçtığı Çavdar Tarlasında, 2010'da 50 yıldan fazla süredir yaşadığı New Hampsphire'daki evinde, 91 yaşındayken hayatını noktalıyor.

Salinger öldükten sonra, evinde yayınlanmamış iki romanı ve kısa hikayeleri bulunuyor.

"Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey, size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'i bile, sözgelimi. Sanırım, o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."

Holden Caulfield - Çavdar Tarlasında Çocuklar

25.5.10

İngiliz Gençlik Dizileri Amerikan Gençlik Dizilerine Karşı, Round 1: Skins vs Gossip Girl

,

skins 1. jenerasyon

Konu sinema-televizyon olunca Amerikan popüler kültürünün dünya popüler kültürü üzerindeki etkisi her zaman Avrupa'nınkine nazaran daha baskın olmuştur. Dolayısıyla da yurdumuz gençleri yabancı gençlik dizisi deyince önce Amerikan dizilerini bilir, benim de dahil olduğum 80ler sonunda doğmuş jenerasyon Dawson's Creek'le büyümüştür mesela. Bu dizilerin genelde salya sümük aşk temaları vardır, tüm karakterler birbirleriyle mutlaka en az bir kere sevgili olur, bunun üzerine aile draması da eksik olmaz, uyuşturucu ve alkol yerden yere vurulurken, özel olacak sevgiliyi "beklemek" yüceltilir vs vs. Bu saydıklarım her ne kadar şimdi kulağa kaka gelse de en popüler, ulaşılır olan olması dolayısıyla ya yaş grubunuza hitap ettiğinden ya da boş vakitten size bir şekilde kendini izlettirir, izlettirmeye de devam ediyor. Eskiden Dawson's Creek vardı, şimdi de ultra zengin liseli gençlerin entrika dolu hayatlarını konu alan Gossip Girl var. Bu diziler ayrıca 20lerinin başlarında, yani rolleri için yaşlı, aşırı güzel & çekici oyunculardan oluşuyor ve karakter kurulumları olarak yeni hiçbir şey vaad etmiyorlar. Tabi ki çok başarılı tarafları da vardır, ancak ben bu yazıda bu negatif özelliklerden yararlanarak çok özgün ve çok başarılı bir İngiliz dizisi olan Skins'i tanıtmaya çalışacağım sizlere.

Skins ocak 2007'den beri E4'te yayınlanan ve Bristol'de çekilen bir gençlik dizisi. 9 ana karakterin college yıllarını (bizdeki sistemde lisenin 3. ve 4. yılına denk gelen yıllar bunlar) işleyen bu dizi yayınlanmaya başladığından beri aldığı övgü kadar (dizi İngilizlerin Oscar'ı sayılan Bafta ödüllü aynı zamanda) kişilik problemleri, uyuşturucu ve alkol kullanımı, işlevsiz ebeveyn figürleri gibi temalarıyla yerden yere de vuruluyor. Bu kadar tartışılmasına rağmen dizinin aralarında Amerikalıların da bulunduğu ancak çoğunluğunu Avrupalılar'ın oluşturduğu büyük bir takipçi kitlesi var. Peki bu diziyi Amerikan yapımı Gossip Girl'le ortak paydalarda buluştursa da ondan üstün kılan, kısacası özgün ve izlemeye değer hale getiren özellikleri neler?

skins 2. jenerasyon

  • Dizi karakterlerin college yıllarından oluşuyor demiştim, bu da sadece 2 seneye denk düşüyor, buna çözüm olarak her 2 yılda bir cast'ı tamamen yeniliyor dizi. Kulağa inanılmaz geliyor değil mi? Çok riskli görünen bu karar dizinin asıl çizgisini ve tutarlılığını koruyan en önemli etmen aslına bakarsanız. Karakterler asla eskimiyor, dizinin hiçbir hikayeyi bağlamak gibi bir kaygısı hiçbir zaman olmuyor ve size de gençlik dizisi mi öğleden sonra kuşağından bir pembe dizi mi izlediğinizi sorgulatmıyor. İlk cast'a 1. jenerasyon, ikinci cast'a da 2. jenerasyon adı veriliyor, 3. jenerasyon için casting çalışmaları hala devam ediyor.
  • Dizi 4. sezonunu bitirdi ve şimdiye kadar 18 başrol oyuncusu değiştirdi. Her bölüm tek bir karaktere odaklanıyor ve diğer karakterler de onun öyküsüne dahil oldukları ölçüde bölüme dahil oluyorlar. Sezon başında ya da sonunda tüm karakterleri içeren bir "herkes" bölümü oluyor.
  • Bütün oyuncular 16-18 yaş aralığında, hatta casting aşamasına dahil olmak için bu yaş kriterini tutturmak gerekiyor. Bu da en başta sözünü ettiğim, 16 yaşında rolünü oynayan 20lik hatta bazen 30luk oyuncuların düştüğü komik durumdan kurtarıyor seyirciyi. Ayrıca, oyuncular arasında tipik "Hollywood" standartlarında güzel olanlara rastlansa da kimse biraz önce güzellik salonundan çıkmış ya da ağırlık kaldırma şampiyonasında birinci olmuş gibi görünmüyor.
  • Aralarında daha önce oyunculuk yapmış olanlar olsa da oyuncuların -ve hatta yazarların- çoğu amatör. Bu da izlediğiniz oyunculuklara ve hikayelere hiç beklemediğiniz bir özgünlük katıyor.
  • Amerikan dizilerinden farklı olarak İngiliz dizilerinin türlerine göre -mesela dram ise 13, komedi ise 6- sezon içindeki bölüm sayıları değişiyor. Skins'in de tahmin edebileceğiniz üzere bir sezonu 13 bölümden oluşuyor.
  • Dizi oyuncuların CVlerine katkısının yanı sıra, sonradan büyük Amerikan pazarında da patlamış Dev Patel (Slumdog Millionairre, The Last Airbender), Nicholas Hoult (A Single Man), Jack O'Connel (This is England) gibi oyuncular da yetiştirmiş.


Dizinin Gossip Girl ile ortak noktalarına gelince..Skins de en az Gossip Girl kadar dramatik bir dizi, ama bu dramatize durum entrika ya da giyim-makyaj-sosyal statü gibi yüzeysel katmanlarda değil, beslenme / karakter bozuklukları, cinsel tercih, uyuşturucu, ölüm, cinsellik, sorumsuz ebeveynler gibi gençleri birebir ilgilendiren, kısacası daha gerçekçi katmanlarda kendini gösteriyor. Yine Gossip Girl'de olduğu gibi çok büyük bir "parti" kültürü söz konusu Skins'te, ama ondan farklı olarak size ne ahkam keserek "bunlar boş işler" diyor, ne de büyük bir gerçeklik yakalama çabası var. Skins hiçbir konuda ahkam kesmiyor aslına bakarsanız, sadece konu edinmekle yetiniyor. Karakterler sorunlarını 16 yaşındaki gençler gibi çözüyor, ya da görmezden geliyorlar, hiçbir karakterler arası karşılaşma yüceltilmiyor, performanslar abartılmıyor. Ve de bu kadar dram odaklı hikayelerin içinde Gossip Girl'de ya da herhangi bir Amerikan dizisinde asla karşınıza çıkmayacak bir ironik karakter komedisi söz konusu Skins'te. Uzun zamandır popüler kültüre hitap etmeyi amaçlayan bir projede bu kadar tikel ve komik karakterlerle karşılaşmamıştım. Diziyi özgün kılacak oyuncuların yaşı-oyuncu değişimi-amatör oyunculardan oluşması gibi faktörlere bir yenisini ekliyor bu komik unsur. Özellikle 1. jenerasyonda ön plana çıkan bu durum dizinin dramatik içeriğini de çok iyi dengeliyor aynı zamanda.
Kısacası Skins, Gossip Girl gibi Amerikan gençlik dizilerinin devamlı kendini tekrar eden formüllerinden, gözünüze gözünüze sokulan ahlak derslerinden bıkmış ya da sadece orijinal bir televizyon ürünü izlemek isteyenler için ideal.

Round 2 "Heroes vs Misfits" başlıklı olacak :)

Şöyle de kötü bir haberle bitireyim yazımı: Dizinin Amerikan versiyonu için MTV çekimlere başlamış.

21.5.10

yağlı ciltler için cilt bakımı önerileri

,
hepimizin çok yoğun olduğu şu günlerde, blogu boş bırakmamak adına kolları sıvadım ve mesai saatleri içinde bu yazıyı yazmaya karar verdim.

cildimin ve saçlarımın yağlılığından ne kadar çektiğimi yakınımda olan herkes bilir. gün ortasında parlayan bir burun, pörtleyen sivilceler ve siyah noktalar lise yıllarından itibaren yakamı bırakmıyordu, ta ki roacuttane kullanana kadar. bu ilaç hakkında çok ayrıntılı bir şey yazmayacağım, çünkü doktor kontrolünde uygulanması gereken bir tedavi hakkında kimseyi yanlış yönlendirmek istemem. yalnız şu anki cilt bakımı rutinimi roacuttane kullandığım dönemde edindiğimi belirteyim. ondan önce cildimi bu kadar düzenli temizlemediğimi, mütemadiyen makyajlı uyuduğumu da itiraf edeyim. yaklaşık 2,5 yıldır her sabah ve akşam cildimi düzgünce temizlemeye özen gösteriyorum. ilaç tedavisiyle birlikte siyah nokta ve sivilceden neredeyse tamamen kurtuldum, ancak geniş gözenek ve parlama problemi devam ediyor. mevcut cilt bakım rutinimi bu problemleri minimize etmek açısından başarılı bulduğum için burada da paylaşmak istedim.

bahsedeceklerimin bana iyi gelen ürünler olduğunu, yazdıklarımın kişisel görüşlerimi içerdiğini, herkesin cildinin farklı olduğunu ve her ürünün farklı insanlarda farklı sonuçlar doğurabileceğini hatırlatayım. çok uzatmadan da ürünlere geçeyim:


avéne cleanance temizleme jelini dermatoloğumun tavsiyesiyle kullanmaya başladım. şu an 2buçukuncu şişemdeyim (bir tane bitirdim, yarım şişe de annemin evinde var). bence süper temizliyor, sivilce ve siyah nokta oluşumunu önlüyor, yağlanmayı geciktiriyor. sabun içermediği için çok fazla köpürmüyor, kokusu da yok. birçok eczanede bulabilirsiniz, fiyatı sanırım 32 tl. dermo-kozmetik kategorisinde avéne’e denk düşen bir marka olan la roche posay'i de birçok kişi severek kullanıyor. avéne ve la roche posay ile ilgili karşılaştırmalı süper-düper yazılar için gizemel’in bloguna bakabilirsiniz. ben la roche posay effaclar’ın deneme boyunu kullandım ama bana çok iyi gelmedi, dediğim gibi yorumlar kişiden kişiye değişebilir.

tonik olarak birçok blogda görebileceğiniz the body shop’un seaweed serisinin toniğini kullanıyorum. aslında tea tree oil serisinin kullandığım sırada suratımda çıkan devasa sivilcelerden sonra tbs’nin cilt bakım ürünlerini bir daha kullanmamaya yemin etmiştim. ancak bloglardaki olumlu yorumları okuyunca serinin nemlendiricisini (matlaştırıcı gündüz kremi) ve kil maskesini aldım, nemlendiriciden memnun kalınca birkaç gün sonra gidip gözenek sıkılaştırıcı jelini (pore perfector) ve toniğini de aldım. gözenek sıkılaştırıcı jel bence tamamen etkisiz eleman, hiçbir işe yaramıyor. clinique’in pore minimizer instant perfector’ının yanından bile geçemez (başka bir yazıda bundan da bahsedeceğim). kil maskesinden en başta memnundum, sonraları biraz iritasyon yaptı, yüzümü yakmaya başladı, ben de onu bırakıp lush’ın maskelerine geçtim (maske yazımda bu bahsettiklerime yer vereceğim). nemlendiricisini yakın zamana kadar kullanıyordum ve memnundum, gerçi son derece hafif olsa da iddia ettiği gibi bir matlaştırıcı etkisini görmedim. benim yüzüm her koşulda parlıyor ama bu nemlendiriciyi kullanınca bu parlama biraz daha geç yaşanıyor, o yüzden severek kullanıyordum ancak yaz için daha hafif bir ürün kullanmaya karar verdim.

seaweed serisinin ürünlerini the body shop’un 2 al 1 öde dönemlerinde alırsanız her bir ürün yaklaşık 15-16 tl’ye geliyor, indirimsiz halleri 33 tl civarında. bence indirime denk getirmek en mantıklısı, tonikte ilk iki şişemi 2 al 1 öde dönemlerine denk getirmiştim, üçüncü şişeyi de birkaç gün önce 19 mayıs indiriminden aldım (bu kampanya 23 mayıs’a kadar devam ediyor). yani sık sık indirime giren bir seri bu.

şu an kullandığım nemlendirici
sarıkız’ın doğal madensuyu spreyi (bendeki bu fotoğraftakinden biraz daha küçük). bu sprey aslında insanların gün içinde kuruluk hissettiklerinde yüzlerine fısfıslatmaları için üretilmiş bir şey sanırım. the body shop’un e vitamini serisinde ve la roche posay’de buna benzer ürünler bulunuyor.
ben bunu bildiğiniz temizleyici-tonik-nemlendirici düzeninin üçüncü adımı olarak kullanıyorum, cildim zaten yağlı olduğu için bana yetiyor. cildi gerçekten yağlı olmayanlar bu şekilde kullanırlarsa bence yeterli olmayacaktır, ancak bahsettiğim gibi “çantaya at çık-yüzünü nemlendirme ihtiyacı hissettiğinde sık” şeklinde kullanabilirler. ben inanılmaz memnunum çünkü çok hafif olduğu için yüzümü hiç parlatmıyor ve cildime iyi geldiğini hissediyorum. belli dönemlerde tek tük de olsa çıkan ufak sivilcelerim sarıkız’ın maden suyu spreyini kullanmaya başladığımdan beri ortalarda yok, tahtalara vuralım. bana annem aldığı için fiyatından emin değilim ama çok uygun olduğunu biliyorum, birçok parfümeride de bulabilirsiniz. Bu arada sarıkız’ın saç spreyleri, saç serumları filan da var, onlardan da bahsedeceğim daha sonra.


göz çevresi için de yine the body shop’ın c vitamini serisinin eye reviver’ini kullanıyorum. bence herhangi bir artısı veya eksisi olmayan bir göz kremi. gözlerdeki yorgunluğu silip canlandırma gibi bir iddiası var, bende böyle bir etkisi olmadı. bir faydasını veya zararını görmedim, bitene kadar kullanacağım. fiyatı 30 tl civarıydı. yine indirim döneminde alırsanız yarı fiyatına denk getirebilirsiniz.


dudak nemlendiricisi olarak gündüz watsons’ın magic lip balm’ını kullanıyorum. nemlendirmesi şahane, güneş koruması var (spf 25), hem de dudağınıza sürdükten sonra pembeleşiyor. bende nivea’nın balmumundan bozma nemlendiricileri bile renksiz duruyordu ama bu hafif ve doğal bir pembelik veriyor. bolahenk sokağın tüm bayan yazarları da bu dudak nemlendiricisi kullanıyor bu arada :) akşam da ya vazelin sürüyorum, ya da sebamed lip defense’ini kullanıyorum. sebamed sanki watsons’ınki kadar nemlendirmiyor. yine de hafif bir nemlendirme isteyenler eczanelerden 3-4 tl gibi bir fiyata satın alabilirler.

önümüzdeki günlerde hem yağlı ciltler için kullanabileceğiniz maskelerden hem de yağlı saçlar için kullanabileceğiniz birkaç üründen bahsedeceğim
.

11.5.10

ucucaparklar makyaj: maybelline köpük allıklar (dream mousse blushes)

,

zaman zaman makyaj süremi kısa tutmak için vakit alan işlemleri atlıyorum. arkadaşlarımla dışarı çıkacaksam, ya da haftasonuysa ve acelem yoksa daha ayrıntılı, farlı-rimel bazlı makyajlar yapabiliyorum. ama işe gideceğim günler uykumdan feragat edip ayna karşısında uzun süre oyalanamıyorum. böyle zamanlarda kullanımı kolay ürünler hayat kurtarıcı oluyor. krem allıkların birsürü insanın gözünü korkuttuğunu bliyorum, bana göreyse inanılmaz pratik ürünler. maybelline'in köpük allıkları hem görece uygun fiyatları hem de hemen hemen her kozmetik dükkanında bulunabilmeleri açısından benim en çok tercih ettiğim allıklar arasında yer alıyor.


krem veya köpük formdaki allıkları kullanmanın en büyük kolaylığı fırça kullanmak zorunda olmamanız. elbette mac187 ya da sigma ss187 tarzı bir fırçayla da sürebilirsiniz. bense parmağıma az bir miktar alıp elmacık kemiklerimden şakaklarına doğru noktacıklar halinde dokunuyorum, sonra da bu noktacıkları dağıtıyorum. eğer fırçayla kullanacaksanız bir miktarı elinizin arka tarafına sürüp fırçaya oradan almanızı öneririm, allıkların ağzı fırçaya almak için biraz dar. bazı krem allıklar benim gibi yağlı cildi olanlarda hiç kalıcı olmayabiliyor, maybelline'inkiler köpük formda olduğu için böyle bir problem yok. "sabah sürüyorum, akşama kadar hiç bozulmuyor" diyemem elbette, ama fiyatına göre kalıcılığı gayet iyi.

swatchlar:

bende iki rengi var: plum ve mauve. plum rengini makyaj çantamdan neredeyse hiç çıkarmıyorum. bunun birinci sebebi yanımda bir de fırça taşımama gerek kalmıyor. ikincisi de plum koyu tenlilerde çok doğal duruyor, üstelik hemen hemen her göz-dudak makyajıyla uyum sağlayabiliyor. 22 tl'ye almıştım, en çok kullandığım allığım olmasına rağmen 6 ayda yarısına bile gelemedim. (watsons'daki anneler günü indiriminde %50 indirimde görünce bir tane daha alıp yedekledim, ne zaman sıra gelecek bilmiyorum)

birçok insanın aksine allıkta pembe rengi çok tercih etmiyorum, mauve'u da çok emin olmadan almıştım ama çok sevdim, şimdi yaz geldiği için daha sık kullanmayı planlıyorum.


maybelline köpük allıkların açık tenlilere en çok yakışacak rengi peach satin bence. cilde sıcaklık veren çok hoş bir rengi var. ben koyu tenli olduğum için almadım ama açık tenliyseniz bu renge bakmanızı öneririm.


bir de küçük uyarı: pudranın üzerinde kesinlikle hoş durmuyorlar, pudrasız dışarı çıkmayanlardansanız köpük allıkları boşverin.

tezgahtaki yazılar: yağlı ciltler için cilt bakım önerileri, rimel dosyası, 2 lush maske karşılaştırması, flormar allıklar, mac-inglot-elf jel eyeliner karşılaştırması

9.5.10

the melancholy death of oyster boy

,

son günlerde alice in wonderland filmi vesilesiyle tim burton adını sıklıkla duyar olduk. beetlejuice, charlie and the chocolate factory, big fish, batman returns ve corpse bride filmlerinin yönetmeni ve elbette nightmare before christmas’ın yaratıcısı olarak tanıdığımız tim burton “the melancholy death of oyster boy & other stories”de yazar koltuğuna oturuyor. kitabın adı bir öykü derlemesiyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürse de the melancholy death of oyster boy bir şiir kitabı. burton bu kitaptaki şiirlerinde birbirinden tuhaf çocukların öykülerini anlatıyor okura. filmlerinin bu kadar sevilmesine yol açan his bu şiirlerin içinde de gizli. çocuksu, ama hiç de iyimser olmayan, basit gözüken ama son derece karmaşık, dünyamızın çok uzağında ama bir yandan da bize çok çok yakın şiirler bunlar. the melancholy death of oyster boy ancak “şeylere” çok daha başka bir yerden bakan ve o çarpık bakışı izleyicisine yansıtmayı başaran bir adamın elinden çıkabilecek bir kitap.


dark house comics kitaptaki şiir ve ilüstrasyonlardan esinlenerek bazı karakterlerin oyuncaklarını bile yapmış. benim favorilerim toxic boy ve robot boy.
burton’ın şiirlerini türkçe okumak isteyenler “the melancholy death of oyster boy”un altıkırkbeş tarafından “istiridye çocuğun hüzünlü ölümü” adıyla yayınlanan çevirisine bakabilirler. ingilizceden okumak isteyenler ise pandora kitabevine, robinson crusoe’ya veya şu siteye uğrayabilirler.

ricky martin’den la vida loca ve u2’dan sunday bloody sunday eşliğinde yazdığım bu yazıya kitabın en sevdiğim şiiriyle son vereyim:


Oyster Boy Steps Out
For Halloween,
Oyster Boy decided to go as a human.

3.5.10

Cadının Seyir Defteri: Sabrina

,

Sabrina'yı hatırlayanları bir adım öne alalım şimdi. Okuldan eve dönülür, forma çıkartılıp tercihen yatağın üzerine atılır, ödevler ertelenir ve hevesle televizyon başına geçilip Sabrina beklenmeye başlanır. Önce ayna karşısında tek bir parmak hareketiyle kıyafet değiştiren Sabrina (Melissa Joan Hart), sonra konuşan kedi Salem (Nick Bakay), sonra Sabrina'nın afacan halaları Hilda (Caroline Rhea) ve Zelda (Beth Broderickson) son olarak da iç çekerek beklenen Harvey'nin (Nate Richert) görünmesiyle dünyamız değişir, hayat bir saatliğine büyülü bir diyara dönüşür.

Hafızalarımız tazelendiyse, detaylara geçelim o halde. Bizim coğrafyamızda Genç Cadı Sabrina olarak izlediğimiz, orijinal adıyla Sabrina The Teenage Witch, esasen Archie'nin yayınladığı bir çizgi roman serisi. ABC'de dört sezon, WB'de üç sezon yayınlanarak, toplamda yedi sezon çekilen dizi, ergenlik çağında bir kızın 16 yaşına bastığı gün cadı olduğunu öğrenmesi ve bir yandan gündelik lise sorunlarıyla baş etmeye çalışırken, bir yandan da cadı güçlerini öğrenmeye çalışmasını konu ediniyor.
Önce unutulmaz dizi Clarissa'dan tanıyıp sahiplendiğimiz, sonra da Sabrina rolüyle ergenlik yıllarımızın merkezine oturan Melissa Joan Hart, 16 yaşındaki Sabrina'yı oynamaya başladığında aslında 20 yaşında. “Kimse gerçekte kaç yaşında olduğuma inanmıyor. Etrafta dolaşıp ekipten insanlardan yaşımı tahmin etmelerini istedim, birçoğu 16-18 dedi. Ama buna fazla takılmıyorum. Genç göstermek benim avantajım.” diyor Hart dizi yayınlanırken verdiği röpörtajlardan birinde. 1976 doğumlu yıldız şu an hala aynı avantajdan yararlanıyor mu bilinmez ama ben o zamanlar 20 yaşında olduğunu öğrenip bayağı şaşırdığımı hatırlarım.
ABC yapımcılarından Jeff Bader, Sabrina'nın başarısını iki unsura bağlıyor. “Her çocuk büyüye bayılır. Melissa'nın da Clarissa günlerinden kalma büyük bir hayran kitlesi var.”
Kısaca formül hazır. Hali hazırda var olan genç hayran kitleli bir yıldızı alıp, bir cadı dizisinin içine oturtuyorsunuz ve çark dönmeye başlıyor.
Hart ona televizyonda başarı getiren iki rolünü karşılaştırıyor. “Clarissa çok güçlü, kendinden emin ve her şeyin üstesinden gelebilecek bir kız. Sabrina ise kafası karışık, sinirli ve yerini bulmaya çalışan bir kız. Ortak mesajları ise şu: Kendinden ödün verme.”
Sabrina'yı köken olarak iki ayrı uca bağlamak mümkün. Bunlardan biri, Bewitched. Hatta kimi eleştirmenlerce, Samantha'nın 90'lar versiyonu olarak tanımlanıyor (Dizi için araştırma yaparken, Samantha ve Darren'ın kızları Tabitha için de benzer ergenlik çağındaki cadı formatında bir dizi çekildiği, fakat dizinin tutmadığını öğrendim). Diğer uçsa, Clueless gibi lise gençlik dizileri. Dizinin genel gidişatına baktığımızda da bu iki ucun başarıyla birleştirildiğini görüyoruz. Sabrina bir yandan lisedeki rakibi Libby (Jenna Leigh Green) ile baş etmeye çalışıp, okulun yakışıklısı Harvey'nin gönlünü çelmeye çalışırken, bir yandan da uçarı halası Hilda ve sorumluluğun sesi diğer halası Zelda ile iyi geçinip, bir zamanlar dünyayı ele geçirmeye çalıştığı için kediye dönüştürülerek cezalandırılan Salem'e göz kulak olmak zorunda.

Formül başarılı, insanlar güzel, konu da cadılı büyülü olunca bize düşen de diziyi hayran hayran izleyip, Sabrina olabileceğimiz günleri gizliden gizliye hayal etmek oluyor. Mesela ben yıllarca annemin bir gün gelip “Aslında sen bir cadısın.” demesini bekledim. Henüz ses çıkmadı ama benim hala umudum var.

Enteresan bilgiler:
- 3. sezon 15. bölümde Sabrina'nın doğum gününü öğreniyoruz: 22 Nisan 1981 (gün olarak benim doğum günümle aynı gün olduğundan tekrarlıyorum: Benim hala umudum var.)

- Britney Spears'ın konuk oyuncu olduğu bir bölüm var. Melissa Joan Hart da aynı dönemde Drive Me Crazy adlı filmde başrolde. Filmin tema müziği de Britney Spears'ın (You Drive Me) Crazy'si. Aynı şarkının klibinde Melissa Joan Hart oynuyor.

- Sabrina'nın sinir bozucu kuzeni Amanda'yı oynayan Emily Hart (Kendisini sevmediği insanları kavanoza kapattığı birinci sezon bölümünden de hatırlayabilirsiniz.) aslında Melissa Joan Hart'ın küçük kız kardeşi. Resimlerine bakmanızı özellikle tavsiye ederim. Zira, şu anda ablasının neredeyse ikizi olmuş durumda .

- Harvey'i oynayan Nate Richert şu anda müzik kariyerine devam etmekte. Lakin, şu anki fotoğraflarına bakmanızı tavsiye etmiyorum. Çünkü gençken yakışıklı olan herkesin, orta yaşlıyken de aynı şekilde olmayabileceğinin ayaklı kanıtı kendisi.



Son olarak, benim gibi hala cadı olduğunu öğrenme umudu olanları, buraya alalım.

2.5.10

Bright Star / Parlak Yıldız: Dolaylı da Olsa Çok Başarılı Bir John Keats Portresi

,

Son zamanlarda izlediğim birkaç filmle ilgili küçük notlar hazırlamak niyetindeyken bu filmlerden biri olan
Bright Star'ın, yani Parlak Yıldız'ın geçtiğimiz cuma Türkiye'de gösterime girdiğini öğrendim biraz önce. Bu da planladığım yazıyı tamamen değiştirmiş oldu ama Bright Star o kadar güzel bir film ki, onun uğruna şu an diğer filmleri (aralarında Control olsa bile) feda ettiğim gerçeği canımı gerçekten hiç sıkmıyor, aksine filmi sinemada izlemediğime yanıyorum sadece.
Sanırım filmle ilgili ilk söylenmesi gereken son birkaç senedir -romantize edilmiş öykülerin daha çok ilgi çekeceğinin düşünülmesinden dolayı olsa gerek- özellikle popüler Amerikan sineması ve edebiyatında karşımıza çıkan, sadece merkezde olan figürün uğraşından değil de sevdiceğiyle olan ilişkisi üzerinden uğraşı üzerine odaklanmış ürünlerden biri olduğu. Ancak, bu film izleyicisini, aralarında 2007 yapımı
Becoming Jane'in ve geçtiğimiz sene sonunda film uyarlamasının da gösterime girdiği 2003 tarihli Audrey Niffenegger romanı The Time Traveler's Wife'ın da olduğu bu edebiyat ve sinema eserlerinden çok daha farklı bir yere taşıyor. Öncelikle, Sylvia ile ilgili yazımda da üzerinde durmaya çalıştığım biyografik ürünlerin malzeme edindiği figürden bağımsız varolması gerekip gerekmediği sorusunun cevabını olumlu varsayarak yola çıkıyor. Yani Bright Star John Keats'in edebi mirası üzerinden bir ilişki portresi tutturma ve izleyicinin sempatisini yakalama çabasında hiç değil, bunu da size her sahnesinde hissettiriyor. Hatta çoğu zaman -filmin John Keats metinleriyle bir olduğu sahnelerde bile- size John Keats'in hayatının 3 yılına dair bir film izlediğinizi bile unutturuyor. Ancak bunun "neden", "nasıl" ve "acaba böyle mi olmalıdır" kısmına bakmadan sanırım filmle ilgili biraz bilgi vermek, henüz izlememiş olanlar için söylediklerimi takip etmek açısından gerekli olacak.


Film Romantik akımın önde gelen 19. yüzyıl şairlerinden John Keats'in Fanny Brawne'le ne yazık ki Keats'in sadece 25 yaşındaki ölümüyle son bulan ilişkisini anlatıyor. Keats, her ne kadar günümüz İngiliz edebiyatı eleştirmenleri tarafından yere göğe sığdırılamasa ve hakkında Tennyson ve Owen'ın şiirini çok etkilediği üzerine methiyeler düzülse de, yazdığı dönem içinde iyi eleştiriler alamamış, hayatını çoğunlukla arkadaşlarının yardımıyla idame ettirmiş bir şair. Dolayısıyla hiçbir zaman maddi geliri dönem toplumunda bir kadınla resmi bir ilişki yürütmesine, yani evlenmesine yeterli olmamış. Tahmin edebileceğiniz üzere de adını Keats'in Brawne'a yazdığı bir şiirden alan Bright Star, bu çiftin birlikte olamama hikayesi aslında. Bu özet sizde çok iç karartıcı bir film, bir tür melodram izleyeceğiniz beklentisini doğurmasın, nitekim birazdan sayacağım, filmi sadece bir biyografik-dönem filmi olmaktan öteye taşıyan bir çok özellik ve çiftin biraraya gelme öyküsünün fazlaca romantize edilmeden, benzer geçmişlerinin ve hayat beklentilerinin biraya getirdiği
iki birey portresi çizerek çok doğal bir şekilde anlatılması, filmi ele aldığı hikayenin trajik içeriğine rağmen çok karamsar bir film olmaktan kurtarıyor. Nihayetinde bu film mutsuz sonu bir yana, son zamanlarda izlediğim en iyi romantik olmak için çırpınmadan masum bir romantizm tutturabilen aşk filmi kısacası.


Filmi tarif etmeye çalıştığım bu başarıya ulaştıran özelliklere gelince..Öncelikle, filmin üzerinde çok çalışıldığı ve sahneler arasındaki geçişlerde tonun bozulmaması için çok temkinli davranıldığı her sahnesinden belli olan çok çok iyi bir senaryosu var. Asla hiçbir sahnesi sizi sıkmıyor, her sahnenin filmin bütünlüğü için gerekli olduğunu mutlaka hissettiriyor. Bu açıdan filmin ilerleyiş hızı da hikayesine çok uygun.
I'm Not There ve Perfume : The Story of a Murderer'daki oyunculuklarıyla internette ismini, filmograsini arayıp her seferinde adını yine unuttuğum Ben Wisham bu film sonrası pek unutulabilir gibi değil. Yine filmin tonu gibi çok yalın ama çok başarılı bir performansı var. Fakat, bu filmin starı, adının da ima ettiği gibi Fanny Brawne rolüyle 82 doğumlu Abbie Cornish. Vanity Fair'in "önümüzdeki on yılın gelecek vadeden yıldızları" sayısında Kristen Stewart ve Carey Mulligan ile kapağı paylaşan Cornish'in filmdeki performansı size kendisinden daha önce haberdar olmadığınız için kendinizi kötü hissettirecek kadar iyi. Komik biliyorum ama benim "güzel ağlayan" oyunculara dair bir zaafım vardır, Meryl Streep'i, Leonardo DiCaprio'yu ve Natalie Portman'ı biraz da bu yüzden çok severim itiraf edeyim, Abbie Cornish o "listede" Meryl Streep'le yarışacak kadar iyi. Rolünün içinde en az Meryl Streep kadar kaybolduğunu hissetmemeniz mümkün değil, gözlerinden, her ifadesinden, jestinden duygu fışkırıyor. Dolayısıyla Keats'in şiirlerine ilham kaynağı olan Fanny Brawne imgesini ekranda çok iyi yaşatıyor, ondan başkasını o rolde düşünemiyorsunuz. Son olarak, film yazımın başında da söylediğim gibi Keats'in mirasına hiç ihtiyaç durmadan da tüm bu saydıklarım, yani senaryosu, tonu ve çok başarılı performansları sayesinde, ayakta dimdik duruyor. Bunun üzerine, ihtiyacı olmamasına rağmen, çok başarılı yansıttığı durumların sizi en çok etkileyecek, içinizi parça parça edecek olanlarını da Keats'in şiirleriyle süslüyor. Daha ne ister ki insan bir filmden? Bana Keats'le ilgili şiir ve metin analizi derslerinde "Bunu da bilmek lazım." diyerek ödev niyetine okuduğum Ode on a Grecian Urn'den daha fazlasını okumam gerektiğini bile hissettirdi. Romantik şiiri az çok bilenler bunun çok büyük bir iltifat olduğuna dair benimle hem fikir olacaktır diye tahmin ediyorum :)
 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates