30.6.10

orhan pamuk okumaya neyle başlasak?

,

**bloga kitaplarla ilgili yazarken akademik bir ton tutturmaktan kaçınıyorum, ama bu seferlik çok az ukalalık yapacağım, kusuruma bakmayın.

80'lerden sonra türkiye'deki politik dalgalanmalar karşısında romancılarımızın tepkisiz kaldığını düşünmek pek yerinde olmaz. bu yıllara gelindiğinde artık bütünlüklü, anlam yüklü ve tutarlı karakerler içeren anlatılar kurmak imkansızlaşmaya başlıyor. sessiz ev'de de benzer bir durumla karşı karşıyayız. sessiz ev, birbirinden çok farklı üç kardeşin babaannelerini ziyaret etmek için gittikleri sayfiye kasabasında geçirdikleri birkaç günü anlatırken dönem için özgün sayılabilecek bir yol deniyor ve olayları farklı karakterlerin gözünden anlatıyor. anlatıcı değişirken bilinç de anlatıcı karaktere kayıyor, olaylar "herşeyi bilen" bir anlatıcı tarafından aktarılmıyor. romanın 5 anlatıcısı var: recep, fatma, metin, faruk ve hasan. diğer karekterleri bu anlatıcıların bilinçleri üzerinden tanıyoruz.

orhan pamuk'un çoğu romanı ilerlemesi, takip etmesi zor romanlar olarak görülüyor. sessiz ev ise, bu bilinç kaymaları sayesinde bir hareket kazanıyor, bu da okur için metni takip etmeyi kolaylaştırıyor.

sessiz ev'deki en ilginç karakterin babaanne fatma hanım olduğunu düşünüyorum. cumhuriyet'in kuruluş yıllarındaki batılılaşma hareketinin insanların inançlarını nasıl etkilediğini, dönemin en baskın özelliklerinden olan batı-doğu geriliminin onların yaşantılarına nasıl yansıdığını göstermek için fatma hanım'ın geleneklere bağlılığı ile selahattin bey'in ilme ve fene düşkünlüğü arasındaki zıtlığı kullanılması, bana göre, orhan pamuk'un okuduğum romanları içinde doğu-batı sorununu tartışmak için seçtiği en iyi yol.

benzeri bir ikilik de metin ile hasan ve nilgün arasında var. darvınoğlu kardeşlerin en küçüğü metin, hayattaki en büyük arzusu köşeyi dönmek olan genç iken hasan ülkücü harekete dahil olmuştur, darvınoğlu kardeşlerin ortancası olan nilgün de solcudur. politize-apolitize gençler arasındaki bu ayrım sessiz ev'in 80'li yılların siyasi çalkalanmaların birebir içinde olmasa da, güncel ortama tümüyle sırt çevirmediğini gösteriyor.


orhan pamuk'un yazdıklarını en ilginç kılan yanlardan biri, romanların arasında organik bir bağ olması. farklı romanlarında diğer kitaplarından karakterlere rastlayabiliyoruz. sessiz ev için de aynı şey geçerli. masumiyet müzesi'nin açılışını kara kitap'ın celal'ini yapması gibi beyaz kale'nin açılışını da sessiz ev'in faruk'u yapıyor. darvınoğlu kardeşlerin en büyüğü olan tarihçi faruk, beyaz kale'nin başında, elimizdeki metni (sessiz ev'de gördüğümüz) gebze'deki arşiv araştırmaları yaparken bulduğunu anlatıyor.

bana göre sessiz ev, ister gözü korktuğu için olsun, ister denk gelmediği için olsun, orhan pamuk'u hiç okumamış olanlar için iyi bir başlangıç kitabı.
ben de, 1983 tarihli ilk baskısına sahip olduğum için gururluyum :) (annem sağ olsun)

28.6.10

Ekolojik yaşamın yeni yüzü, Organikanyon

,

2006 yılından beri çeşitli mekânlarda ekolojik ürünleri bilinçli tüketicilere ulaştırmayı görev edinen İmece Ekolojik, Kanyon işbirliğiyle yepyeni bir oluşuma yön veriyor. 11 Haziranda hizmete açılan Organikanyon projesi, meyve-sebzeden giyime, aktardan oyuncağa yaşamın her alanında ihtiyaç duyulan geniş bir ürün yelpazesine sahip. Ekolojik yaşamın sadece yeme-içme ile sınırlı olmadığını aksine bunun bir hayat felsefesi olarak benimsenmesi gerektiğini savunan İmece Ekolojik, Organikanyon projesinde görev yapan 12 kişilik ekibiyle felsefelerini yaymak konusunda oldukça iddialı. Öyle ki ekip hem sattıkları ürünler konusunda hem de ekolojik üretimin nasıl yapılması gerektiği konusunda her türlü bilgiye sahip.
Organikanyon stantlarında satılan tüm ürünler sertifikalı, hepsinin hangi çiftlikten geldiği, hangi koşullarda kim tarafından üretildiği biliniyor. Şuan 25’i aktif 60 farklı firma ile yapılan görüşmeler Türkiye’nin dört bir yanından ürün tedarikini garantiliyor. Organikanyon’da Yerlim Çiftlik Ürünleri (Kuşadası), Yakatarla (Göcek), Elta Ada Organik (Gökçeada), Kor Yumurta (Armutlu-Kemalpaşa), Bemtat (Çorlu), Kaleağası (Adana), Karaliçay (Rize), Yücel Şarapları (Manisa) gibi firmalardan gelen süt ürünleri, yumurta, zeytin, zeytinyağı, şarap, rakı, çay, meyve-sebze, buğday unu, ekmek, bulgur, nohut, sirke çeşitleri, meyve turşuları, toz çorba, kurutulmuş domates ve salça gibi ürünleri bulabilirsiniz. Bunlara ek olarak Biosun (İzmir), Yerlim, Yakatarla ve Bükaş (İzmir) gibi firmalardan gelen 40 baharat çeşiti, kekik suyu, kurutulmuş patlıcan, bitki çayları ve doğal vücut yağları da aktar standında sizleri bekliyor.

Organikanyon’da yer alan ürünler ve ürünlerin tedarik edildiği firmalar her hafta değişiyor, bu yolla tüketici mevsimin en güzel ürünlerini her hafta stantlarda bulma imkânına sahip oluyor.

Yeme-içme ürünleriyle kendini sınırlamayan Organikanyon’da temizlik ürünleri ve kişisel bakım ürünleri satan Sonet (Almanya), organik tekstil ürünleri ve saf pamuktan yapılan oyuncaklar satan Organicera (Türkiye) gibi markaların satıldığı stantlar ve hepsi el yapımı, topaç, cambaz (Samsun) gibi eskimeyen ahşap oyuncakları, zeytin ağacından yapılan oyuncak arabaları (Ege) ile dikkat çeken bir de oyuncak standı bulunuyor.

Önümüzdeki haftalarda 2007 BIOL ödüllü Yerlim ve Yakatarla zeytinyağı tadımları, oyuncak standında çocuklarla birlikte atölye çalışmaları gibi çeşitli etkinlikler düzenleyecek olan Organikanyon ekibi, müdavimlerine eve teslim servisi ve internet üzerinden online alışveriş gibi özel hizmetler sunmayı da planlıyor.

***Organikanyon’un Kanyon bünyesinde kuruluyor olmasının fiyatlar üzerinde herhangi bir etkisi olmadığını, tüm ürünlerin diğer ekolojik pazarlardaki fiyatlarla aynı olduğunu belirtmekte fayda var. Kredi kartının da geçerli olduğu Organikanyon, her Cuma 09.00–20.00 saatleri arasında ekolojik yaşama gönül verenleri bekliyor.

25.6.10

Limoncello, İtalya

,

Barselona gezi yazısı ardından gelen Sangria gibi Limoncello’nun da (lemoncello) İtalya denilince atlanmaması gereken geleneksel içkilerin başında geldiğini söyleyebiliriz. Özellikle Güney İtalya’da üretimine çok daha sık rastlanan Limoncello, İtalya’nın ünü tüm dünyaya yayılmış limon likörü olarak bilinir.
Benim kendisiyle tanışmam ailemle 2003’te Venedik, Capri adasına yaptığımız geziyle gerçekleşti ama kendisiyle aramızda o günden sonra kopmaz bağlar oluştuğunu da söyleyemeyeceğim. Bu noktada aslında Limoncello’yu benim için manalı bir içecek yapan onun hazmettirici özelliği ve tatlılarla birleşmesinden doğan kışkırtıcı lezzetler olmuştur.


**Yemeklerin ardından soğuk olarak içilen Limoncello, yenmiş olan yemeğin tadını ağızdan temizleyerek damağı yeni tadıma hazırlar.


Limoncello’yla İtalya dışında birçok ülkede, çok çeşitli şekillerde karşılaşmak mümkün. Özellikle pek çok kokteylin ve tatlının (üstte lemon bar, solda lemon tart) vazgeçilmez parçası olan likör, içerdiği acı ve yoğun limon aromasıyla ilave edildiği her şeye lezzet katmaktadır.


Yurtdışına giden arkadaşlarınızdan sizler için Limoncello getirmesini rica edebilirsiniz ama İtalya’da hediyelik eşya standlarında güzel şişeler içinde satılan Limoncello’ların çoğunun aslında gerçek Limoncello tadına sahip olmadığını unutmamakta fayda var. Bunun yerine sizde Türkiye’de önemli restoranların tatlı ya da içecek menülerinde yer alan Limoncello’ları tadabilirsiniz.
Limoncello hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorum diyenler, www.limoncello.com’u ziyaret edebilirler.


***Geleneksel Limoncello’nun, Sorrento limonuyla yapıldığı bilinse de bizdeki limonlarda, içkilerin hazırlanma aşamaları birebir uygulandığında aynı tadı verebiliyor.

Limoncello (10–15 kişilik)

• 7–8 adet büyük boy limon
• 750 ml’lik şişede alkol(vodka)
• 1250 ml su
• 750 gram tozşeker

Limonları iyice yıkadıktan sonra kabuklarını beyaz kısımlarını almadan dikkatlice soyun. (Kabukları limonun beyaz kısmıyla birlikte soyarsanız Limoncello’yu acılaştırırsınız.) Limon kabuklarını büyük, ağzı açık bir kavanoza alkolle birlikte aktarıp kavanozun kapağını sıkıca kapatın.

Kavanozu serin ve kuru bir yerde 1hafta bekletin. Günde bir kez içindekileri iyice karıştırın.

Bir hafta sonra tozşekeri tenceredeki suda eritip oda sıcaklığına gelene kadar soğutun. Limon kabuklarını alkolden süzerek alıp tozşeker ve su karışımıyla birleştirin. Karışımı ağzı sıkı kapanabilen şişelere aktarıp buzlukta muhafaza edin. (Limoncello servis yapılana kadar donmuş şekilde muhafaza edilirse yoğun kıvamlı ve şurup haline gelir.)

**Tariflerimizin hepsi denenmiş ve konuda uzman kişilerden alınmıştır.

23.6.10

The Runaways, Müzik Videosundan Fırlamış Gibi!

,
Kristen Stewart & Dakota Fanning

Ladylestrange ile çekim aşamasından itibaren beri takip ettiğimiz bir proje olan Floria Sigismondi yönetmenliğindeki The Runaways'i ülkemize girmesinden ümidi kestiğimiz için dün sonunda izledik ve şu an okuduğunuz yazıyı benim üstlenmeme karar verdik.
Öncelikle grubu bilmeyenler için şöyle bir girizgah yapmakta fayda var: The Runaways Joan Jett, Lita Ford gibi rock'n'roll camiası için efsanevi iki ismin müzik dünyasına adım attığı grup, ilk kadınlardan oluşan rock'n'roll grubu, agresif & cinsel olarak provakatif bir müzik yapmasına rağmen ticari başarı yakalamış ilk kadın grubu olması ve daha birçok özelliğiyle müzik dünyası için bir ikon. Ve işin en inanılmaz tarafı da bu başarıyı yakalamış grubun müzik piyasasına adım attığında yaş ortalamasının 16 olması.
Adını gruptan alan,
grubun size tanıtmak istediğim başrollerinde Dakota Fanning ve Kristen Stewart'ın bulunduğu ilk biopic'i ise, başarılı bir biopic'ten beklediğiniz her şeye sahip: yani, canlandırılan dönemin ruhunu yansıtan bir atmosfer, canlandırılan isimlerle ayır edilmez derece başarılı müzikal performanslar + fiziksel görünüm, söz konusu olan dönem itibariyle sapına kadar sex, drugs & rock'n'roll. Yazının sonunda Dakota Fanning'in filmde grubun diğer üyelerini canlandıran oyuncularla birlikte kaydettiği Cherry Bomb ve Kristen Stewart'la vokali paylaştığı Queens of Noise'a bir kulak vermeniz, oyuncuların müzikal yeterliliğine şapka çıkarmanız için yeterli aslında. Hatta oyuncular her biri artık bir ikon olan isimleri canlandırıyor olmanın ağırlığı altında ezilmemek için o kadar çok çalışmışlar ki, stüdyoya birlikte girdiklerinde Joan Jett ve Cheri Currie, Dakota Fanning ile Kristen Stewart'ın seslerini kendi seslerinden ayırt edemeyecek hale bile gelmişler ve Jett'in de Currie'nin de hayatlarının en önemli dönemi olarak gördükleri bu dönemi oyuncularla paylaştıktan sonra onlarla çok da yakın arkadaş olmuşlar.

Dakota Fanning Cheri Currie Rolünde, The Runaways'de.

Oyuncuların rollerine bu kadar sıkı sıkıya sarılmaları sadece müzikal performanslarda değil, oyunculuklarda da kendini göstermiş, okuduğum röportajların çoğunda müzisyenlerin yakın arkadaşları Stewart ve Fanning'e övgüler yağdırıyor, hatta Kathleen Hanna gibi filmdeki oyunculuklarının Akademinden alkış almasını isteyecek kadar işi ileri götürenler bile var.
Bundan önceki yazılarımı okumuş olanlar şimdiye kadar yazdıklarımla ilgili iki şeyi öngörmüştür diye tahmin ediyorum: (1) Filme ilgili sadece oyunculuklardan ve müzikten bahsetmiş olmam bundan sonra "ancak.." ile başlayan olumsuz birkaç şeyin geleceğini gösterir çünkü film, bir form olarak sadece oyunculuktan + soundtrackten ibaret değildir, (2) bu Runaways, sadece Cheri Currie ve Joan Jett'ten mi oluşuyor yahu, diğer oyuncuların neden hiç adı geçmiyor?
Bu iki sıkıntının ortak bir nedeni var ki filmi 10 numara bir film yapmaktan alıkoyan da ne yazık ki bence sadece bu: filmin senaryosu Cheri Currie'nin Neon Angel: Memoirs of a Runaway isimli kitabından uyarlanmış ve Joan Jett'in Lita Ford'la olan kişisel sorunlarından dolayı, Lita Ford ve Jackie Fox'un yaşam öyküsü hakları satın alınmamış. Bunlar filmi bir Cheri Currie ve Joan Jett'in müzik dünyasına adım atması öyküsü haline getirse de filmin nedense bir The Runaways öyküsü anlatmak gibi bir iddiası var. Davulcu Sandy West'i canlandıran Stella Maeve'nin filmdeki line sayısı çok çok az, Lita Ford'u canlandıran Scout Taylor-Compton'ın ise ladylestrange ile hesabımıza göre sadece 2 kez duyuyoruz. Bassist Jackie Fox'un filmden tamamen uzak durmak istemesi sonucu Arrested Development'tan tanıdığımız Alia Shawkat'ın canlandırdığı fiktif bir Robin karakteri yaratılmış, ve onun inanılmaz ama filmde hiç diyaloğu yok.

Orijinal The Runaways -ya da Power Rangers-

Bu manzara da filmin prodüktörlerinden olan Joan Jett'in ve ister istemez Cheri Currie'nin The Runaways'in mirasını tamamen sahiplendiklerini gösteriyor. Bu kendi başına çok sıkıntılı bir durum, hadi Jackie Fox'u yine bir kenara bırakalım ama, Lita Ford hakkında az çok bilgisi olan herkes bunun çok büyük bir haksızlık olduğu konusunda sanırım bana hak verecektir. Filmde de Dakota Fanning ve Kristen Stewart dışındaki grup üyelerini canlandıran oyuncuların bu şartlar altında neden bulunduğu kestirmek açıkçası çok güç, çünkü bu başrolde olmanız gereken bir filmde figüran olmak gibi bir şey. Kısacası bu açıdan bakıldığında filmin daha farklı lanse edilmesi hem oyunculara, canlandırılan müzisyenlere hem de anlatılan öyküye haksızlık etmemek adına çok daha akıllıca olabilirmiş.
Filmi sıkıntılı kılan diğer meseleye, yani oyunculuk ve performanslar dışındaki öğelere baktığımızda da, öncelikle Sigismondi'nin müzik videosu köklerini kendisi için avantaja olduğu kadar dezavantaja da dönüştürdüğünü söylemek lazım sanırım. Grubun sahnede olduğu sahneler dönem müziğinde grubun yerini size tüm enerjisiyle hissettirme işlevini ziyadesiyle yerine getirse de, bazen bu durum anlatılan hikayenin önüne geçebiliyor. Yani film müzik, görüntü ve performanstan bazen öyküsünü anlatmaya vakit bulamıyor gibi, bu da Sigismondi'nin hem bir yönetmen hem de bir senarist olarak geleceği açısından endişe verici durumlar.
Kısacası Joan Jett ve Cherie Currie sevenleri tatmin edecek, bizim kuşağa The Runaways'i merak ettirecek iyi oyunculuklu ve dinamik bir proje The Runaways, ama müzik grubu biopic'i denince akla ilk gelecek filmlerden biri olmaktan çok uzak. Bu beklentilerle izlerseniz de çok keyifli bir bir buçuk saat vaad ediyor, ama daha fazlasını değil.

Dakota Fanning - Cherry Bomb
Dakota Fanning & Kristen Stewart - Queens of Noise

Bonus: The Runaways - Best Of

22.6.10

Cadının Seyir Defteri: Charmed

,

Cadı dizilerinden bir yenisiyle, ömrümden 4 sene almış olan Charmed’la karşınızdayım. Bu coğrafyada Digitürk’ün Dizimax kanalında verilen 8 sezonluk Charmed, başrollerini Holly Marie Combs, Alyssa Milano, 4. sezona dek Shannen Doherty ve 4. sezondan sonra Shannen Doherty’nin diziden çıkması ile kadroya dahil edilen Rose McGowan’ın paylaştığı , bugüne dek dünya televizyonlarında yayınlanmış başrollerini kadın oyuncuların paylaştığı en uzun dizi. 1998’den başlayıp 2006’ ya kadar süren dizi, 3 kız kardeşin, anneannelerinin ölümlerinin ardından cadı olmalarını keşfetmeleri ile başlıyor.

Orjinallik açısından önceleri pek de bir şey vaad etmeyen dizi, kız kardeşlerden en küçük ve dolayısıyla da en afacan ve uslanmaz olanı Phoebe Halliwell’in anneannesinin ölümünün hemen ardından çatı katında Amerikan korku ve fantastik film/dizilerinde pek popüler olan ruh çağırma tahtalarından birini bulması ile başlıyor. 3 kız kardeş önce cadı olduklarını öğreniyorlar, sonra da yine dizinin bir diğer efsanesi Book Of Shadows’u buluyorlar. Daha sonra teker teker güçlerini keşfetmeleri ise uzun sürmüyor. En büyük kardeş olan Prue telekinezi özelliğine sahip. İlerleyen bölümlerde cadılığa iyice ısınıp güçlendikçe astral seyahat da yapmaya başlıyor. Ortanca kardeş olan Piper Halliwell ise, bence en karizmatik olan zamanı dondurma ve istediği objeleri patlatabilme özelliğine sahip. En küçük kız kardeş olan Phoebe Halliwell ise, önce gelecekten imgeler görebiliyor, güçlendikçe geçmişi de görebilmeye başlıyor. İlerki sezonlarda yerden birkaç metre kadar havalanma yeteneği kazanan Phoebe’nin bu özelliği daha sonra dizi yazarlarınca fazla masraflı olduğu gerekçesiyle çıkartıldı ve bunun yerine Phoebe’ye duygudaşlık yeteneği verildi. Dördüncü sezon itibariyle en büyük kardeş olan Prue ölünce, yerine kayıp kız kardeş olan Paige Mathews getirildi. Böylelikle en küçük kız kardeş olmuş olan Paige, yarı whiteliter, yani dizinin mitolojisine göre, cadıların yanında yer alan, onları iyileştiren ve bir nevi rehberliklerini yapan yarı meleklerlerden birisi. Paige, Haliwell kızkardeşlerinin annelerinin vakti zamanında kendi whitelighter’ı olan Sam’le yaşamış olduğu yasak bir ilişki sonucu doğuyor ve evlatlık verilerek varlığı herkesden gizli tutuluyor. Cadı kimliğini, kızkardeşlerini bulduktan sonra kazanan Paige ise, yarı whiteliter olma özelliği dolayısıyla hem istediği yere “ışınlanabilme” hem de istediği objeleri “ışınlayabilme” yeteneğine sahip.

Dizinin ana karakterlerinin hepsinin kadın olduğundan bahsetmiştim. Doksanların sonunda başlayan diziye en çok hakim olan duygu da, doksanları kasıp kavuran “girl power” hissiyatı. Önceleri odak noktası kızkardeşlik bağıyken, daha sonra kızların kariyerleri ve aşk hayatlarına doğru bir geçiş başlıyor. Malum daha birinci bölümden itibaren kızların cadılar dünyasına has bir sex and the city entrikası durumları var. Fakat sex and the city’den farklı olarak, esas adamların bir kısmı Charmed terminolojisiyle demon yani iblis çıkabiliyor. Bazı bölümlerde kızlar hayaletlere aşık olabiliyorlar. Bir bölümde görüp de diğer bölümlerde devam etmeyen hoşlaştıkları erkek karakterler olabiliyor ama tabii dizinin en has iki adamı var ki, biri iyilik, diğeri kötülük timsali olarak dizi hayranı insanların uzunca bir süre hayal dünyalarındaki yerlerini sağlamlaştırıyorlar.

Bu erkek karakterlerden ilki, birinci bölümde karşımıza çıkan Brian Krause tarafından canlandırılan Leo Wyatt karakteri. Kızların whitelighter’ı olan Leo, Piper’a aşık oluyor, fakat bu aşk whiteliter kanunlarına göre yasak olduğundan 8 sezon boyunca ayrıldılar mı ayrılacaklar mı sorusuyla izleyici başbaşa bırakılıyor. Piper’la evleniyorlar ve biri süper yetenekli, geleceğin Harry Potter’ı olması vaad edilen Wyatt Matthews Halliwell, diğeri de babası gibi bir whiteliter olan Chris Halliwell olmak üzere iki çocukları oluyor. Leo, Piper’la ilişkisi dolayısıyla bir yandan kuralları ihlal ederken, bir yandan da başarılamaz denen işleri başararak, kızlarla beraber defalarca dünyayı kurtarıyor. Sonunda whiteliter’lıktan bir üst kademeye, elder’lığa ulaşıyor.

Dizinin diğer has adamı ve benim kişisel favorim de Phoebe’nin demon manitası olarak 3. Sezonda diziye dahil olan; ve Nip-Tuck'tan tanıdığımız Julian McMahon tarafından canlandırılan; insan adıyla Cole Turner, demon adıyla Belthazor. Yarı demon, yarı insan olan Cole, Phoebe uğruna kötü yanını bastırmaya çalışıyor. Fakat sonunda kötü yanının çağrısını daha fazla bastıramayarak “source” , yani tüm kötülüklerin başı haline geliyor. Bunu yaparken yanında Phoebe’yi de götürerek, onu da “source’un kraliçiesi” yani tüm kötülüklerin kraliçesi haline getiriyor. Bu kötülüğün etkisinden kısa sürede kurtulan Phoebe içinse, kötü olmak, kötü olmayı seçmek meselesi uzunca bir süre karakterini sorgulamasına yol açan önemli bir unsur oluyor.

Bu da bizi dizinin karakter yapıları ve tutarlılıklarına getiriyor. Son derece objektif olarak söyleyebilirim ki, dizi kendi içinde son derece başarılı bir karakter tutarlılığı ve gelişimi izliyor. En büyük kız kardeş olması dolayısıyla en çok sorumluluk sahibi kardeş olan Prue’nun 3. sezonun sonunda Piper’ın evleneceği gün, bu sorumluluklardan sıkılıp, rüyalarında bambaşka bir karakter geliştirmesi, buna verilebilecek başarılı örneklerden. Ev, aile hayatı, çocuk sevgisi gibi meselelerin temsili karakteri olan Piper ise, 8 sezon boyunca bu özelliklerinden hiçbir şey yitirmiyor. Diğer karakterlerin durmadan değişen saç ve kıyafet modellerine rağmen, Piper’ın saçından makyajına, hatta kıyafetlerine dek son derece doğal tutulması ise yine hem dizinin, hem de bence oyuncu Holly Marie Combs’un başarılarından. Karakter gözünüze hiç batmıyor ve sanki evinizin bir parçasıymış gibi onu kabullenmenizi sağlanıyor. En küçük kardeş Phoebe’nin 8 sezon boyunca başından geçenlerse, karakter tutarlılığı açısından oldukça iyi çizilmiş bir portre yaratıyor. Çılgın gençlik günleri dolayısıyla herhangi bir kariyer sahibi olmayan, ablalarının kıyafetlerini, arabalarını çalan Phoebe’nin 8 sezon boyunca son derece doğal işleyen gelişimine şahit oluyoruz ki, bence bu çok başarılı bulmadığım 8. sezon hariç, dizinin karakterlerini izleyiciler açısından da canlı tutan ve sizi daha da çok izlemeye sevk eden bir unsur.

Dizinin meselelerinden de anlaşılabileceği üzere, yine cadılık, dolayısıyla da kadınlar etrafında dönen bir diziyle karşı karşıyayız. Fakat bence Charmed’ı benzerlerinden üstün kılan şey, her türlü fantastik dünyadan beslenen bir mitolojiye sahip olması ve bunu kendi dünyası içerisine son derece doğal olarak oturtması.
Book of Shadow ile kendisine başarılı bir mitoloji oluşturuyor. Cadıların edebiyata ve sinema dünyasına ilk girişinden beri bize musallat olan 3 cadı meselesi tabii önemli. Ama bunun dışında frp dünyasından tutun da harry potter’a, amazonlardan, Yunan tanrılarına dek her türlü fantastik dünyadan besleniyor, bunu günlük hayatın içine yerleştiriyor ama yine başarılı bir şekilde cadının günlük hayata uyum sağlama meselesini merkeze almıyor. Dolayısıyla diziyi izlerken aynı anda hem fantastik bir dizi, hem bir sex and the city tadında bir kadın dizisi izleme imkanına erişiyorsunuz. Her bölümde karşınıza nelerin çıkacağı belli olmuyor. Kimi zaman leprikonlarla karşılaşabiliyorsunuz, daha sonra bir de bakmışsınız güç ya da ölüm gibi meseleler de gözünüze batmadan gayet yerinde bir üslupla işlenmiş. “Girl power” meselesi, 8 sezon boyunca merkezdeki yerini hiç kaybetmiyor olsa da, bu bile erkek izleyicilerin gözüne sokulmayacak ve “spice girls” sahteliğine bürünmeyecek şekilde veriliyor. Karakterlerin yaşları dolayısıyla dizi yalnızca gençlere hitap etmiyor, annelik ve çocuk bakımı ya da kariyer gibi meseleler de akıcı bir biçimde veriliyor. Sabrina ve Samantha’dan farklı olarak kıran kırana savaşlar izliyorsunuz ki bu cadı dizilerinin geldiği noktada önemli bir gelişim. Fazla dövüş sanatları meraklısı bir insan olmasam da, ben bile ayna karşısında defalarca bazı dövüş tekniklerini denediğimi itiraf edebilirim. Fantastik sinema kitlesinin başarılı bulacağını tahmin ettiğim ve bir kısmının da başarılı bulduğuna bizzat şahit olduğum, etrafta ateş toplarının dolaştığı iyi çekilmiş action sahneleri de en az aşk meşk mezvuları kadar dizinin gündeminde yer alıyor. Çoğu bölümü nasıl geçtiğini anlamadan nefes nefese izliyorsunuz. Dolayısıyla da, karşımıza keyifle izlenecek, bence kendi türünün en başarılı örneği olan ve tüm fantastik ögelerine rağmen aynı zamanda ayakları da yere basan bir dizi çıkıyor.


Enteresan bilgiler:

• Dizinin açılış şarkısı, The Smiths imzalı How Soon Is Now.
• Belthazor karakteri, diğer adıyla has adam Cole Turner, Star Wars serisinden esinlenerek yaratılmış. Makyajı Darth Maul’un makyajınınj aynısıyken, bazı bölümlerde Darth Vader repliklerini tekrarlıyor. Esas esinlenilme noktası ise, tıpkı Darh Vader gibi, Belthazor’un da iyiyi ve kötüyü seçmek gibi bir şansının olması. Oysa Belthazor da, tıpkı Dart Vader gibi şansını dark side’dan yana kullanıyor.
• Dawson’s Creek’den tanıdığımız Kerr Smith de 7. Sezonda diziye dahil oluyor.
• Holly Marie Combs, 8 sezonluk dizi boyunca, her bölümde oynayan tek oyuncu.
• Book of Shadows 9 kilo çekiyor ve setteki en değerli eşya. Büyü kitabının tamamı ise, elle hazırlanmış.
• Kızların annesini oynayan Finola Hughes, şaşırtıcı bir şekilde, baş rol oyucularından bile daha fazla fan mektubu almış.
• Prue’nun çalıştığı The Bucklands Raymond and Rosemary adlı firma, adını Kuzey Amerika’ya ilk kez wicca inancı getirdiği inanılan 2 kadından alıyor.
• Power of the Three Blondes bölümündeki 3 kötü cadının soyadı, senaristler tarafından önce Spellman olarak yazılıyor. Fakat Sabrina The Teenage Witch’ın soyadının da Spellman olması dolayısıyla, Sabrina hayranlarından tepki toplanmasından korkularak, Stillman olarak değiştiriliyor.
• Dizide kullanılan efsanevi Halliwell malikanesi yalnızca pilot bölümde kullanılıyor. Diğer bölümlerin hepsi stüdyoda çekiliyor.

Son not: Diziyi izlemeye başladıktan sonra, birinci sezonun görüntü ve efektlerindeki kalitesizlik sinirinizi bozmasın. 1998’de başlamış olduğundan ilk sezonu, 90’lar havasını buram buram koklayarak izliyorsunuz. Her yeni sezonda efektler daha da güzelleşiyor, karakterler de gittikçe daha netleşiyorlar. İyi seyirler!

Hassas ve karma ciltler için Lancome’dan peeling ve maske önerileri 2

,
Çok severek kullandığım cilt bakım ürünlerimi (Galatée Confort, Tonique Douceur/Tonique Confort, Aqua Fusion Cream, Bienfait Multi-Vital SPF 30 Lotion) bir önceki yazımda sizlerle paylaşmıştım. Yazımın bu ikinci bölümünde ise günlük bakım rutinimi rahatlatan peeling (Pure Focus Exfoliator) ve maskelerimden (Pure Empreinte Masque, Hydra-Intense Masque) bahsedeceğim.

Yalnız geçirmeyi planladığım Pazar günlerinde vaktimi genellikle kendimi şımartmaya ayırıyorum. Kurtlu yapım sayesinde eve kapanmayı çok sık başaramasam da mutlaka üç hafta da bir böyle evde uslu uslu oturup cildime vakit ayırıyorum. Peeling+maske yaptığım ya da cilt bakımına gittiğim günlerde (cilt bakımına senede 2 defa gidiyorum) ben tercihen eve kapanmayı daha doğru buluyorum çünkü böyle detaylı bakımlardan sonra, bir süre gözeneklerim mikroplara karşı savunmasız kalıyor, bu da eğer dışarıda gezersem her cilt bakımından sonra yüzümde sivilceler çıkmasına sebep oluyor.

Peeling ve maske işlemlerinde daha etkili sonuç alabilmek için öncelikle ılık bir banyo yaparak buharla gözeneklerimin açılmasını sağlıyorum. (Evinde yeri bol, parası çok olanlar, birçok marka tarafından satılan buhar makinelerinden edinebilirler.) Buharla açılan gözeneklerimi temizlemeye ilk olarak peeling ile başlıyorum.

Exfoliance Clarte, içerdiği mavi ve beyaz topçukları ile cildimi ölü hücrelerden arındırarak temizliyor, bitki özleriyle de özellikle T bölgemde oluşan yağlanma ortadan kalkıyor. Dairesel hareketlerle, masaj yaparak uyguladığım için cildimdeki kan dolaşımını arttırmış oluyorum. 5 dakika süren peeling işlemim gene nazik bir şekilde yüzümü suyla temizlememle sona eriyor. Bu ürünü yağlı ciltler de severek kullanabilirler. (100 ml) 52 TL


Nemini havlu kâğıtla aldığım cildime daha sonra ikinci adımda Pure Empreinte Masque uyguluyorum. Özellikle mineral destekli bu beyaz kil maskesini kullanmayı çok sevdiğimi belirtmek isterim. Peeling uygulamasıyla arınan gözeneklerim bu maske ile derinlemesine temizleniyor ve cildimde oldukça keyifli bir ferahlık bırakıyor. İlk yazımda da söylediğim gibi benim cildim biraz hassas olduğu için bu maskeyi zaman zaman sadece daha çok ihtiyacı olduğunu düşündüğüm T bölgeme uyguluyorum. Sürdükten 5 dakika sonra diğer birçok maskede olduğu gibi Pure Empreinte Masque’da sertleşiyor. Tamamen sertleşmesinin ardından ılık su ile gene ovarak temizliyorum. Vaktiyle siyah noktaların tacizine uğrayan burnum bu maskenin ardından (hiç abartmıyorum) ışıl ışıl parlıyor. Bu ürünü boyun ve dekolte bölgenizde de kullanabilirsiniz. (100ml) 50 TL


Serin, pürüzsüz ve porselen gibi temiz bir cilde kavuştuktan sonra son olarak ilk yazımda tanıttığım Aqua Fusion Cream’i uygulayarak cildime uzun süreli nemlilik kazandırıyorum. (50 ml) 67 TL


Cildimin hava şartları yüzünden kuruyup yıprandığı yaz ve kış aylarında ve de özellikle bu tarz bakımlar sonrasında cildimin fazladan gerildiğini hissettiğim zamanlarda Hydra-Intense Masque kullanıyorum. Nem kaybına uğramış, kuru, pul pul dökülen tüm ciltlere oldukça etkili bu maskeyi mutlaka kullanmalarını öneririm. Genellikle Pure Empreinte Masque ardından üçüncü adımda, sadece yanaklarıma ve zaman zaman da alnıma uygulamayı doğru buluyorum. Bitki özleri içeren bu jel maskeyi yüzümde 5 dakika beklettikten sonra hafif nemli bir pamuk ya da sünger ile sadece maskenin fazlalığını alacak şekilde yıkamadan temizliyorum. (100ml) 55 TL

9 sene içinde pek çok arkadaşıma, aileme (erkekler dâhil) uyguladığım bu ürünlerden memnun kalmayanı henüz duymadım. Aqua Fusion Cream dışında, yukarıda bulunan ürünlerin göz ve çevresine uygulanmadığını da hatırlatmakta fayda var.

** Fiyat bilgileri www.strawberrynet.com'dan alınmıştır. Tekinacar, Watsons, Dougles, Boyner Beauty, Sevil gibi kozmetik ürünler satan mağazalarda bu ürünler daha yüksek fiyatlarla satılmaktadır.

18.6.10

yeni bir yayınevi mi?

,


*bir sonraki yazım "sessiz ev" üzerine olacak demiştim, ancak beni çok heyecanlandıran bu proje genel hatlarıyla netleşince önceliği bu konuya vermek istedim. bundan sonraki yazım "sessiz ev" hakkında olacak, söz.*

gençlik edebiyatı deyince, hele ki benim yaş grubumdaysanız, akla ilk olarak ipek ongun tarzı facialar geliyor. gerçekten de türkiye'de "gençlere yönelik edebiyat"tan söz ettiğimizde, bugün bile, son derece bayat ve sıkıcı "yalanım varsa ajan olayım" (bu kitap gerçekten var!) tarzı kitapların ötesine çok da fazla geçemediğimiz bir gerçek. can yayınları şemsiyesi altında, aklımıza kazınan bu olumsuz imajı yerle bir edecek yepyeni bir yayınevi kurma hazırlığı sürüyor. cangençlik yayınları, temmuz ayından itibaren "kaliteli edebiyat" okumak isteyen her gencin, hatta her yaştan okurun kitaplığında yer almasını isteyeceği tarzda kitaplarla yayın hayatına başlayacak.


cangençlik yayın hayatına başlamadan önce bu haberi ilk olarak bolahenk sokak sakinleri duysun, basın duyurusunu bolahenk sokak'ta okusun istedim. o zaman buyrunuz:


Soru:
CanGençlik Yayınları da neyin nesi?
CanGençlik: CanGençlik Yayınları, yeni doğan bir ortanca kardeş aslında. Can Yayınları ile Can Çocuk’un ortanca kardeşi.

Soru: Peki nerden çıktı bu “ortanca kardeş”?
CanGençlik:
Kurucumuz Erdal Öz’le 21. Yüzyılın gerekliliklerinden. Erdal Bey, daha 1981 yılında Can Yayınları’nı kurar kurmaz büyük bir öngörüyle Çocuk dizisinin yanısıra verdiği ilanda “Türkiye’de ilk kez… 14 yaşından büyük herkese…” vurgusuyla bir Gençlik dizisi de kurmuş.Türkiye gibi çok genç nüfusa sahip bir ülkede, 2004’te kurumsallaşma deneyimini başarıyla gerçekleştiren CanÇocuk’un ardından, 2010'ların CanGençlik Yayınları için de artık daha fazla ihmal kaldırmayacak bir zamanlama olduğunu düşündük.

Soru:
Dolayısıyla, ne tür kitaplar yayınlayacak bu “ortanca kardeş yayınevi”?
Can Gençlik:
Gençlerle, okullarla, sektörle sürdürülen görüşmeler bizi ilk etapta 4 alanda dizileşmeye yönlendirdi: Edebiyat, Başvuru, Mizah ve Müzik.

Soru:
Peki neler var bu dizilerin ilk ürünleri arasında?
CanGençlik:
Temmuz ve Ağustos’ta yayınlanacak ilk dört kitabımız Edebiyat ve Mizah’tan: Temmuz’da Oya Baydar’ın yirmili yaşlarının başında yazdığı romanı Savaş Çağı Umut Çağı/ Bir Yirmi Yaş Güncesi ve Penguen çizeri-Recep İvedik 1 ve 2’nin senaryo yazarlarından Serkan Altuniğne’nin bant karikatürlerinden oluşan Adım Adım Kılavuzları çıkacak. Ağustos’ta ise, J.C.Oates 16 yaşında bir yüzücü-öğrenci odağında dilimizde yayınlanacak ilk gençlik romanı Seksi ile sert ve büyüleyici bir büyüme öyküsü anlatacak bize. Penguen ve Radikal’in sıkı mizah yazarı Kaan Sezyum da Oh Yes! yazı ve kolajlarından bir seçmeyle katılacak aramıza.

Soru:
Ya Müzik ve Başvuru dizileri?
CanGençlik:
Müzik’te de esaslı sürprizlerimiz olacak: Yıl sonuna dek Sezen Aksu’nun notalar, şarkı sözleri ve öyküleriyle “şarkı koleksiyonunun” 2000’li yılları toplayan ilk cildi Şarkı Söylemek Lazım, Harun Tekin’le yapılmış kapsamlı bir söyleşi ve 25. yılını İnönü Stadyumu’nda 55.000 kişiyle birlikte kutlayan Grup Yorum üzerine bir kitap hazırlananlar arasında.
Başvuru dizisindeyse, gençlerin yanısıra ele alınan konularla ilgili herkesin merakını karşılamaya dönük kitaplar olacak. Orhan Kahyaoğlu’nun Gençler için Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri Antolojisi ve İ.Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü hocalarından Rana Tekcan’ın Gençler için Dünya Şiirine Bir Giriş’i şu sıra çalışmaları sürdürülenlerden sadece ikisi.


tüm bunları ilk okuduğumda "daha ne olsun?" demeden edemedim. tabi basın duyurusunda bahsedilenlerin yakın dönemde yayınlanmasına karar verilen çalışmalardan yalnızca bir kısmı olduğunu unutmamak lazım. ilerleyen dönemlerde daha birçok önemli edebiyatçının, mizah yazarının, tv ve müzik dünyasından tanınmış isimlerin kitapları da cangençlik logosu altında toplanacak (üstelik süper bir tasarımla ve uygun fiyatlarla!). bu da gösteriyor ki, bu yayınevinin adını daha çok duyacağız.


buraya da bakılabilir: www.cangenclikyayinlari.com


*cangençlik'in ilk kitabı "savaş çağı umut çağı" hakkındaki yazım, kitap raflardaki yerini aldığında, bolahenk sokak'ta olacak.*

17.6.10

İngiliz Gençlik Dizileri Amerikan Gençlik Dizilerine Karşı, Round 2: Misfits vs Heroes

,


Misfits castı

"Dizinin sinopsisini mi istiyorsunuz? Karşılaştırma yapmak daha iyi olur sanırım. Çünkü sinopsis kulağa berbat geliyor. Sinopsis şu: Kamu hizmeti yapan beş gence çılgın bir elektrik buz fırtınası çarpıyor ve bu gençler süper güçlere sahip oluyor. Bunu insanlara söyleyince de tabi 'Cidden mi?' gibi bir tepki alıyorsunuz." - Robert Sheehan

"İnsanlar diziyi biraz Heroes biraz da Skins'e benzetiyorlar ama ben açıkçası ikisiyle de pek ortak nokta görmüyorum." - Lauren Socha

Yukarıdaki sözler bu sene BAFTA'da "En İyi Drama" ödülünü almış Misfits'in iki oyuncusuna ait ve açıkçası onların BBC'nin Friday Night with Jonathan Ross'ta "Diziden biraz bahseder misiniz?" sorusuna verdikleri bu cevaplar şu an dizinin adını hiç duymamış çoğunluğa dizi severlerinin diziyi özetlemekten kaçınışının başlıca sebebi de aslına bakarsanız. Çünkü Misfits, konu olarak çok bilindik ve Heroes, X-Men, Smalville gibi projelerde enine boyuna işlenmiş bir ana malzemeyi kullanıyor, yani sebebi fantastik ya da genetik bir duruma dayanan güçler ve bu güçlerle dünyayı kurtaran, ya da yaşamaya çalışan bir grup topluluğun maceraları. Kulağa gerçekten de çok can sıkıcı geliyor ve ister istemez "Bu kadar 'iyi' örnekleri hali hazırda varken bir yenisini daha neden izleyeyim ki?" sorusunu sorduruyor insana. Ben bu yazımda asıl o çok büyük örnekleri bırakıp neden Misfits izlemeniz gerektiğini dizinin çok büyük bir hayranı olarak sizlere elimden geldiğince, her ne kadar malum sebeplerden ötürü gönülsüz olsam da, diziyi de tanıtarak açıklamaya çalışacağım :) Ancak madem Amerikan benzerler üzerinden karşılaştırma yapmadan herhangi bir TV projesini tarif edemeyecek kadar Amerikan TV kültürüyle yoğrulmuş durumdayız, Misfits'in kısmi Amerikan benzerine öncelikle bakmakta fayda var.

Heroes castı.

Heroes'un Amerika'da yayınlanmaya başladıktan birkaç ay sonra Türkiye'de de yayınlanmaya başladığı dönemde arkadaşlarımla diziyi izlerken çok heyecanlandığımızı hatırlıyorum. Özellikle de ilk bölümlerde her ne kadar X-Men'e çoğu açıdan çok benzer bir şey izlediğimizin hepimiz farkında olsak da o dönemde Lost kadar "büyük" ve cliffhanger dolu başka bir dizi daha takip etmek hepimizi çok heyecanlandırmıştı ve bu heyecan ve "büyük" proje izlenemenin gazı da başladığı gibi çabucak sönüverdi. Daha ilk sezonun ortalarına doğru derece komik Hiro karakteri dışında diğer karakterlerin fazlaca dramatik öyküleri ve oyuncuların gereksiz ciddi dolayısıyla -kötü anlamda- komik oyunculukları aramızda dalga konusu olmaya başlamıştı bile. Bir de bunun üstüne X-Men'den ezber edindiğimiz dünyayı kurtarma meselesi eklenince benim gibi konuya "fantastik olsun taştan olsun" şeklinde yaklaşanlarımız bile 2. sezonun sonunu zor getirdik, sonra da aramızda dizinin esamesi okunmaz oldu. En son da yaklaşık bir ay önce iptal edilen diziler arasında dizinin adını okuyunca hiç şaşırmadım, bahsettiğim arkadaşlara söylediğimde de hepsinin tepkisi "isabet olmuş" oldu. Diziyle ilgili eleştirel olarak söyleyebileceğim her şey de benim ve arkadaşlarımın dizeyle ilgili tavrının değişim sürecinde bulunuyor aslında. Tabi ki sonuna kadar, yani 4. sezonun sonuna kadar, takip etmediğim ve yayınlandığı süre dışında açıp herhangi bir bölümü izlemediğim için, en azından hikaye gelişimi açısından diziye ve severlerine haksızlık etmek istemem ama, bir projeyi uzun vadede izlenir kılan orijinallik meselesi açısından izlediğim sezonlarda çok vasattı Heroes ve özellikle de bu sebeple büyük potansiyeline rağmen kendi kendini tüketti. Ayrıca, kendinden önce gelen projeleri kendi içinde "tanımaması" ya da onlara referansta bulunmaması diyelim, orijinallik açısından bu kadar yetersiz bir proje için bence bir tür "kendini fazla ciddiye alma" göstergesi idi ki bu her türlü proje için her zaman ciddi bir risktir. Eğer çok işlenen bir meseleyi bir janr içinde yeniden tanımlamıyorsanız, yani masaya yepyeni bir şey koymuyorsanız, elinize yüzünüze bulaşabilir. Heroes da ne yazık ki bunun yakın zamanda karşımıza çıkan en büyük örneği.

Misfits castı ve yapımcıları BAFTA ödül töreninde.

Misfits'e dönersek ise, Misfits masaya bence tamamen yeni bir şey koymasına, yani bir kere en baştan çeşitli suçlar sebebiyle kamu hizmeti yapmak zorunda kalan, dolayısıyla da bir nevi azınlık olarak görülebilecek 5 gencin bir fırtına sonrası kazandığı güçlere odaklanmasına rağmen, kendi içinde kendinden önceki projelere selam çakmamazlık etmiyor. En sevdiğim karakterlerden biri olan Simon dizinin bir bölümünde kendisi gibi suçlu arkadaşlarına dönüp "Ya bizim süper kahraman filan olmamız, dünyayı kurtarmamız gerekiyorsa?" diyor, bunun üzerine de bir diğer favorim Nathan'dan "Nasıl hastalıklı bir dünyada böyle bir şey mümkün olabilir ki? Öyler şeyler Amerika'da olur, bence bu bir-iki haftada geçip gidecek bir şey." cevabını alıyor. Günümüzde böyle bir referansta bulunmadan, yani bir şekilde bir meta-fiction öğesi kullanmadan nasıl bir gerçekçilik iddiasında bulunabilirsiniz ki zaten? Dahası Misfits karakterlerinin güçleri her birinin kendilerine dair en zayıf buldukları noktalardan doğuyor. Her zaman insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü fazlaca önemsemiş Kelly insanların düşüncelerini okumaya başlıyor mesela, ya da hep dışlanmış asosyal Simon görünmez oluyor. Bunlar kanon içinde kendine yer edinebilecek güçler ama çok daha orijinalleri de var. Seks bağımlısı Alisha'ya dokunan herkes, cinsiyet yaş vs farketmeksizin onunla birlikte olmak istiyor mesela. Dizinin ana karakterlerinin dışına da yayılan çok daha komik ve enteresan "güçler" de var ama onları da siz keşfedin bence, dizinin süprizini daha fazla kaçırmayayım. Kısacası bu tür projelerde karşımıza çıkan "güç" meselesine de dramatik olmayan yepyeni bir bakış açısı da söz konusu. Misfits'te fırtınayla birlikte ortaya güçler güçten çok bir nevi lanet aslına bakarsanız ve biz bu durumu toplumun olup olabilecek en kıyısından, en komik ve orijinal tarafından izliyoruz. Karakter gelişimleri ve karakterlerin içinde bulundukları durumlar da yine böyle bir hikayede genellikle karşımıza çıkmayacak türden, karakterler kendilerini kurtarmak için cinayet işliyor, şiddet kullanıyor. Bu da görmeye alıştığımız "kahraman" davranışından çok farklı bir görüntü ve bunların da hiçbiri gereğinden fazla ciddiye alınmıyor ve dizinin tonunun dışına asla çıkmıyor. Yine İngiliz dizilerinde daha açık seçik ve cesur olarak karşımıza çıkan cinsellik, uyuşturucu kullanımı, suç ve küfür meseleleri Misfits'te de var ve bunlar da bence dizinin gerçekçiliğine katkıda bulunan öğeler ve Amerikan TV kültürüne alışık izleyiciler için orijinallik unsurlarına dahil edilebilecek meseleler.
Toparlamak gerekirse, Misfits süper kahraman serilerine yepyeni bir soluk katan, ileride türünün içinde yayınlanmış sadece 6 bölümüyle bile kült olarak görülmeyi garantilemiş çok kaliteli ve orijinal bir proje. Oyunculardan çok söz etmedim ama Skins'le ilgili yazımda da bahsettiğim gibi Birleşmiş Krallık'tan çıkan, ileride adını çok duyacağımız bir grup oyuncu var, bu oyuncuların da bir kısmı şimdiden Amerikan pazarını ele geçirmiş durumda. Misfits oyuncuları da o pazara rahatça girecek kalibredeler. Dizinin 6 bölümlük ilk sezonunu internetten kolayca edinebilirsiniz, 2. sezon için çekimler de başlamış durumda ve önümüzdeki sonbaharda e4'te yayınlanmaya başlayacak. Neyse ki Skins'in başına gelen Amerikan versiyonu felaketine de henüz uğramış değil, dolayısıyla elinizi çabuk tutun!

14.6.10

Meyve çekirdekleri çöp değildir!

,

Tema Vakfından Duyurulmuştur...

Yeryüzünün aldığı yağmur oranı 10 yıllık aralıklarda artar. Bu sene (2010) dünyanın periyodik olarak en çok yağmur alan yıllarından biri olacak, bu nedenle yediğiniz kayısı, şeftali, kiraz, vişne, karpuz, kavun, erik vb. meyvelerin çekirdeklerini lütfen çöpe atmayın, hele çöp poşetlerine ASLA hapsetmeyin. Mümkünse herhangi bir yerde toprağın 10 cm altına gömün. Üzerine de bir bardak su dökün.

Gömme imkanınız yoksa bi poşette bu çekirdekleri biriktirip yanınıza alın ( yada arabanıza koyun) arsa, tarla, toprak yol kenarı, yamaç gibi toprağı gördüğünüz alanlara bu çekirdeklerinizi savurun, korkmayın bu çevre kirliliği değildir aksine çevre için yeni hayattır. Doğa hemen o yeni çekirdekleri kucaklar ve besler…

Yapacağınız en kötü hareket çekirdekleri poşetlere hapsetmektir! Bunu yapmayın ve yaptırmayın.

Yapılan çalışmalarda doğaya başıboş atılan ya da dikilen bu çekirdeklerin en az yarısının yeşerip ağaç veya bitki olduğu kanıtlanmış.
En büyük israflardan birisi meyve çekirdeklerinin çöpe atılması, ülkemiz adına küçümsenemeyecek büyük bir servet...
Daha yeşil bir ülke için, daha temiz hava için, toprak kaymasını önlemek ve yeni nesillerimize yeşil bir dünya bırakmak için hep birlikte elimizden geldiğince meyve çekirdeği gömelim, savuralım, fırlatalım…

Bu uygulama TEMA tarafından başlatıldı ve bilinçli toplum olarak bizlerin desteklerini bekliyor, Doğaya yardım etmek, gelecekte etrafımızı saracak beton ve gökdelenlerden alamayacağımız oksijeni karşılamak için bile bu çekirdeklerden çıkacak ağaçlara ihtiyacımız olacaktır.

Poşete koymadığınız her çekirdek için şimdiden teşekkürler...


12.6.10

Melez Kadın: Erkek - Kız'ın Maceraları!

,
Geçen haftamın büyük çoğunluğunu, Osmanlıda Kadın Modernleşmesi dersim için dönem projesi hazırlayarak geçirdim. Şimdi, dersin adının sanının kulağa/göze sıkıcı geldiğinin farkındayım. Fakat sonuçlar hiç de beklediğim gibi olmadı. Projenin maksadı, 1935-36-37 tarihli eskiden basılmakta olup, artık miladı dolmuş Tan Gazetesi'ni ikişer aylık gruplar halinde tarayarak, söz konusu dönemde çıkmış olan kadınlara ilişkin haberleri bulmaktı. Benim payıma düşen, 1937 yılının Kasım ve Aralık ayları oldu. Nitekim, bu iki aylık süreç içerisinde çıkmış Tan gazetelerini araştırırken, hiç beklemediğim bir haber serisiyle karşılaştım.

Melekzad
adlı bir kız o tarihlerde etrafta erkek kıyafetleriyle dolaşıp, diğer kızlara erkek olduğunu söyleyip onlarla nişanlanıyordu. Daha önceki tarihlerde, ilk nişanlısıyla başına gelenler Türk ve dünya basınına yansımıştı ve benim elimdeki iki aylık gazetelerde de Melekzad'ın başına gelen yeni olaylar aktarılıyordu. Lezbiyenlik ve bir kadının erkek kıyafetleri giymesi belli ki o dönemde bir sürü kafayı karıştırmış, haberleri yazan gazetecileri de komik bir yargılama çabasına itmişti.

İşte Melekzad'la ilgili, 1937 Kasım ve Aralık'da Tan Gazetesi'nde çıkan haberler dizisi:


Şu mahut erkek – kız Melekzat, İzmir'de tuhaf ve gülünç bir komedyada baş rolü aldı. Erkeklik hevesinde olan bu anormal kızcağız, geçen yıllar, kendisi gibi bir kızcağıza gönül vermiş, onunla evlenmek maksadını gütmüş ve kendisini erkek göstererek nişanlanmıştı. Melekzat geçenlerde İzmir'e gitmiş, Kemalpaşa kazasının Armutlu köyünde de, Keziban adında bir genç kıza gönül vermiş, ona da kendisini erkek (!) olarak tanıtmış ve sonra ne yapıp ederek Keziban'ı kandırmış ve... nişanlanmışlar. Günün birinde iki sevgili Kemalpaşa'dan kalkıp İzmir'e kaçmışlar... Çünkü evlenecekler. Aksiliğe bakın ki, İzmir'de indikleri otelde müşterilerden biri Melekzad'ın cemaziyülevvelini biliyormuş ve bu sırrı ifşa edivermiş. Bundan sonrası tabil bir olay rezalet... Melekzat polise düşmüş, isticvaptan ve sairden geçmiş, sonunda da serbest bırakılmış.. ve tabii Keziban da köyüne gitmiş. Fakat Bay Melekzat (!), sevgilisinin 200 lirasını dolandırmak suçile töhmet altındadır. Bay Melekzat bu sabah İstanbul'a gelmektedir. Dün bu “erkek – kız”ın muhterem annesiyle konuşmak istedik. Kadıncağız çok müteessirdi. Sekiz evlat yetiştirmiş, hepsi de akıllıca büyümüşler, yetişmişler, fakat yalnız Melekzat anomal bir vaziyette kalmış. Maceranın sonunu bugün buraya gelecek olan “bay ve yahut bayan” Melekzad'ın ağzından toplayıp yarın hep beraber okuruz.”



“ “Kız – Erkek,, in Yeni Macerası”

ERKEK KIYAFETLİ BAYAN MELEKZAT ANLATIYOR

Allah beni yanlış yaratmış. İstanbul'da Kız-Erkekler o kadar çok ki!...”

İstanbul'un meşhur La garsonne,, u dün İzmir'den İstanbul'a geldi. Onu, birkaç sene evvel dillere dolanan, sokaklara dökülen çok garip, belki de gülünç macerasile İstanbul'un her köşesini tanımış, ne olduğunu öğrenmişti. Hatta onu, dünya gazetelerinde de resimleriyle, macerasının hikayesiyle görmüştük.

Bir genç kız... Fakat erkek rolü oynıyan çok meraklı...Hatta kız adı olan Melekzat'ı beğenmediği için kendisine erkek adı takmış: Kenan.

İşte bu kız-erkek, son birkaç gün içinde İzmir'de de bir komedyanın “kız-erkek” rolünü oynadı, foyası çabuk meydana çıktığı için orada dikiş tutturamadı ve dün buraya geldi.

Sirkeci rıhtımında on kadar gazeteci arkadaş hep anafarta vapurunu bekliyoruz. Meşhur La Garsonne geliyor diye... Vapur, tarifesi olan tam saat 9.30'da Sirkeci rıhtımına arkasını vererek yanaştı. Oldukça şiddetli bir yağmur yağıyordu. Bu maceraperest, bundan evvelki macerasında gazetecilere bir hayli eziyet etmiş ve müşkülatla resim aldırmıştı. Bu sefer yağmura rağmen ne pahasına olursa olsun onu elden kaçırmamaya karar verdik. Evvela bazı arkadaşlar vapura gittiler. Ben ve birkaç arkadaşım rıhtımda beklemeyi tercih ettik.

Belki kıyafet değiştirerek sıvışabilir diye korkuyorduk. Gözümüzü dört açtık. Sandallarla vapurdan çıkanları adamakıllı gözden geçiriyorduk. Hemen bir saat kadar böylece bekledik. Vapurdaki arkadaşlarımız da ara sıra geminin arkasına gelerek içerde bulamadıklarını söylüyorlardı. Acaba kaçtı mı diye merak içinde iken Foto Cemal, onu elinden sımsıkı yakalamış olduğu halde Anafarta vapurunun arka tarafında göründü. Bizi çağırdı. Hemen sandalla vapura geçtik. O, geminin vinç makinesinin altında siper almış, biraz telaşlı bir tavırla bizi samimi şekilde karşıladı.


Şık bir erkek elbisesi içinde...

Üzerinde iyi bir terzi tarafından dikilmiş koyu nefti renkte şık bir erkek elbisesi vardı. Gömleği, kıravatı ve hattab çorapları da elbisesinin rengine eşti. Başında koyu lacivert bir şapka, ayağında da yepyeni renkte bir iskarpin vardı.

Son macerası

Hemen sordum: “Nasıl oldu bu macera? Ne olur, bizi fazla üzmeden şöyle etraflıca anlatıverin.

Ellerini arkasına bağladı. Ve demire yaslandıktan sonra gülerek tabii kadın sesile söze başladı:

  • Ah, siz gazeteciler, ne mübalacı insanlarsınız. Ben İzmir'de kimseyle nişanlanmadım. Onu oradaki meslektaşlarınız uydurmuşlar. Ben, İzmir'e Büyük Panayır'ı görmek için gittim. Sonra, orada uzaktan akrabam olan Kemalpaşa kazasında Kezban'ın evine gittim. Zayıf, sarışın, güzelce bir kızdır o... Akraba olduğumuz için de tanışıklığımız hayli eskidir. Sonra Keziban, benim bundan önceki maceramı, aslımı, kız olduğumu bilir. Bundan evvel ki maceramın kahramanı olan kadının da arkadaşıdır. Kurtuluş'ta yanyana evlerde komşu otururduk. Bu itibarla benim onunla nişanlanmam ve sevişmem mevzu bahis değildir.

İşte kız – erkek

Biraz yürüdü. Bir şey söylemiyordu. Ben yine sormaya başladım.

  • Peki bundan evvelki maceranızdan bahsettiniz. O zaman hakikaten bir bayanla nişanlandınız ve evlenmek istediniz. Siz bir kızsınız. Bir kadınla nasıl evlenecektiniz?

  • Canım, dedi, siz işin hakikatini bilmiyor gibi konuşuyorsunuz. Ben çok küçüklüğümden erkekliğe özenirim. Çocukluğumdan beri kız elbisesi hiç giymedim. Erkek olmak çok hoşuma gidiyor. Fakat Allah beni yanlış yaratmış... Hani kabil olsa, akla gelmeyecek fedakarlıklara katlanarak erkek olurdum. Hem çok rica ederim. Siz niçin benimle bu kadar çok alakadar oluyorsunuz. Sanki İstanbul'da benden başka erkek kıyafetinde gezen kadın yok mu? Ben size haber vereyim. Bir tane Ortaköy'de var. Hem o oldukça güzel bir kız. Bir tane de Sultanahmet'te. Ne olur biraz da onların maceralarını öğrenip yazsanıza.

Hep birlikte vapurdan çıktık. O evine gitmek üzere bize veda ettikten sonra bir taksiciye atlayarak Sirkeci'den uzaklaştı.”

Melekzad'la ilgili haberler, bununla da bitmiyor. Hırçın Köşe, başlıklı köşesinde Aka Gündüz de Melekzad meselesini sertçe eleştiriyor.


ERKEK – KIZ, MERKEK – KIZ DEĞİL; BUZ GİBİ AŞNAFİŞNA DELİSİ!

Yeni bir erkek-kız türemiş. Türer a... Amma, sen misin durup dururken türeyen? Büyük, orta, küçük çapta kaç gazete, kaç mecmua varsak elbirliği, dil birliği, kalem birliği ile alaalaheye aldık, habire reklamını yapıyoruz. Düşünmüyoruz ki, hayatta böyleleri çok görülmüştür. Hiç olmazsa onların pe sapa gelir birer tarafları vardı. Bilmem bunun dile kaleme gelir nesi var? Bence kurcalamıya değmez. Neye yarar ki, gazeteci arkadaşlar mal bulmuş mığribiye dönmüşler. Bari alım şahım, heyecan verici, keyif tamamlayıcı bir mevzu olsa. Biraz dikkat edilirse anlaşılır ki ortada bir erkek – kız, merkek - kız değil; buz gibi aşnafişna delisi var. Buna memleketin ahlaki işlerine de göz kulak olan mahalle polisi ile Soğukçeşmedeki adli doktor Fahri Can karışmalı. Bizim neyimize? Hele biz şöyle duralım, yüzleri gözleri açılmamış masum kızlarımızın ne günahları var ki bu kötü tesir altında pantalon kuşanmak için fistanları for a edecekler.

Yenidünya; tarihteki tarih yapmış erkek kızları bile unuttu. Sokaklarımızda dolaşan bu sinir ve akıl pürüzünü hazfetmeli.

Hürriyet, normal insanlar içindir. Hürriyet Abanoz sokağına izin verir. Fakat Abanoz, gece hali ile caddeye fırlarsa, yasak! Tıkar içeri. Hürriyet, kıyafetlerin de normali içindir. ….

Geriye dört başı yarı mamur bir anormallik kalıyor. Bu işe belediye ebesi mi karışır? Hükümet polisi mi? Adliye doktoru mu? Bakırköy Sultanı mı? Kim karışırsa çabucak karışıversin de işin eğlence tarafı bu kadarla bitsin.

Netice: Memleket ne hafif revu sahnesidir, ne de vodvil mevzuu. Bu zıpçıktıyı polise haber veriyorum!”


Bundan birkaç gün sonra ise, Melekzad'ın tehdit edildiğine ilişkin bir haber çıkıyor:


KIZ – ERKEK TEHDİT EDİLMİŞ!

Kendisine erkek süsü veren, erkeklik taslıyan, bazı kız akranlarını aldatıp nişanlanan şu mahut Melekzat dün meçhul birisinden bir tehdit mektubu almıştır. Mektupta, dün için Taksim meydanında Melekzada randevu verilmekte, gösterilen yere gelmediği takdirde hayatının tehlikede olduğu yazılmaktadır.

Melekzat bu mektubu alır almaz hemen Pangaltı polis karakoluna müracaat etmiş, tatlı canının tehlikede olduğunu söylemiştir.

Polis tahkikata başlamıştır. Şüpheler, bu kız erkeğin ilk kandırdığı Remziyenin üzerinde toplanmaktadır. İşin içinde bir kıskançlık olduğu sanılıyor. “

Ve son olarak da, tehdidin sonucu gazetede yer alıyor:


ERKEK – KIZIN ŞİKAYETİ

Erkek kıyafeti ile dolaşan Melekzadın şikayeti üzerine, kendisine gönderilen tehdit mektubu hakkında zabıtaca tahkikat yapılmıştır. Fakat, mektupta tehdit mahiyeti görülmemiştir. Meselenin bir latifeden ibaret olduğu tahmin ediliyor.”


Haberleri yorumlamak için burada birkaç satır karaladım ama hepsi de gereksiz göründü. Dönem gazeteciliğinde objektiflik diye bir nosyon olmadığı bir tarafa, Melekzad'a bakışlarının da ne kadar katı, yargılayıcı ve aşağılayıcı olduğu çok açık. Bana söyleycek söz kalmıyor. Zira haberler, kendileri için konuşuyorlar.



 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates