14.8.10

belki de hiç istemeden herkesçe sevilmeyi başaran tek arjantinli'nin ayakizlerinde adımlar

,

"Cortazar okumamış insan bir kader kurbanıdır. Eserlerini okumamak
korkunç sonuçları olan, sinsi ve ölümcül bir hastalıktır.
Hayatında hiç
şeftali tatmamış bir insanın durumu gibi.
Kişi yavaş yavaş mutsuzlaşır, farkedilir şekilde solgun görünür
ve belki de azar azar saçları dökülür."
pablo neruda

bir edebiyat öğrencisine/mezununa yapabileceğiniz en büyük kötülüklerden biri, ona en sevdiği kitabı/yazarı sormaktır. yıllar içinde o kadar iyi işler okumuş/okutturulmuştur ki ağzından en sevdiği yazarın veya kitabın adını almaya çalışmak, çocuğunu elinden almaya çalışmak gibidir. hele de mesleğini seven ve bu işi öylesine yapmayan insanlara bunu sorduğunuzda yüzlerindeki o evlat acısını andıran ifadeye tanık olmanız kaçınılmazdır.

ben de defalarca benzer durumlarda kaldıktan sonra aslında bu soruya verebileceğim bir cevap olduğunu fark ettim. evet açıkça söylüyorum: benim en sevdiğim yazar, ilk okuduğum anı ve elimde tuttuğum öykünün gerçekten var olabildiğini gördüğümde nasıl heyecanlandığımı hatırladığım, durmadan dönüp dönüp aynı heyecanla öykülerini okuyabildiğim julio cortazar.

ilk okuduğum "ele geçirilen ev" öyküsünü ders programımıza alan çok sevdiğim hocamın kapısını çalıp "hocam bu öykünün yer aldığı kitabı alabilir miyim?" dedikten sonra antonioni'nin meşhur filminin de temelinde yatan "blow up"ı uzunca bir süre elimden bırakamamıştım. bir süre sonra müpteda'nın gazına gelip koşarak can kitabevi'ni kapısından girmiş ve "'mırıldandığım öyküler'i istiyorum!" diye feryat etmiştim. sonra da sibel'in elinden cebren ve hile ile "ayakizlerinde adımlar"ı kaptım. ardından da devamı geldi elbette.

farkındaysanız cortazar'la tanışma sürecimi anlatarak yazardan ve öykülerinden bahsetmeyi geciktirmeye çalışıyorum, çünkü kendisine o kadar gönülden bağlıyım ki onun hakkında yazmak benim için çok çok zor. ama lafı daha fazla uzatmayacağım.

ayakizlerinde adımlar, arjantin'in yetiştirdiği en büyük edebiyatçılardan biri sayılan cortazar'ın kendisinin bir araya getirdiği öyküler'in yer aldığı bir kitap değil, türkiye'de yayımlanırken bazı öykülerin seçilmesiyle meydana gelmiş bir derleme. aslında bunun ne kadar "doğru" bir şey olduğu tartışılır, çünkü müpteda'nın deyimiyle " bir öykü kitabında 10 öykü varsa o kitap aslında 11 öyküden oluşur. 11.öykü, o 10 öykünün art arda sıralamasıyla ortaya çıkan bütündür". yine de cortazar, kitapları çeşitli yayınevlerine dağılmış ve yazdıklarının tümü henüz türkçe'ye çevrilmemiş bir yazar olduğundan bunu da öpüp başımıza koyuyoruz.

kitapta yer alan öykülerin konularından bahsedemeyeceğim, çünkü böyle bir "özetlemeye" imkan sağlayan öyküler değiller. ancak gözden kaçmaması gereken, defalarca okunası birkaç öyküden kısaca bahsetmek isterim. "silvia" ve "ışık değişikliği" cortazar'ın dünyasını, neyi nasıl yazdığını görmek açısından önemli öyküler. "kindberg diye bir yer" ise edebiyat ve müziği (daha çok da cazı) nasıl organik bir bağla bir araya getirdiğini, dilinin ve anlatım imkanlarının sınırsızlığını (shepp!) gösterir bize. kitap benzersiz bir öyküyle biter: charlie parker esintili "arayış", benim hem edebiyatla bakışımı hem de gerçek anlamda hayatımı değiştiren tek öyküdür. bir öykünün böyle bir gücü olduğuna inanmak ne kadar mümkün bilmiyorum ama ben inanıyorum. "arayış"ı düşününce aklımda hem bir şeyler "aşılıyor", gerçeklik algım, kurgunun sınırları yeniden belirleniyor.

neden bahsettiğimi tam olarak anlatabilmek için "arayış"tan bir bölümle bitireyim:

“Olay şu: aslında kendilerini bilgin sanıyorlar,” diyor ansızın. “Bir sürü kitabı bir araya getirerek okuyup yuttukları için kendilerini bilgin sanıyorlar. İçimden gülmek geliyor çünkü sonuç olarak hepsi de iyi çocuklar, öğrendikleri ve yaptıkları şeylerin çok derin ve zor olduğuna inanmış olarak yaşıyorlar. Bir sirkte de böyledir Bruno, aramızda da. İnsanlar bazı şeyleri, yapılabilmesi en zor şey olarak görürler, onun için de trapezcileri ya da beni alkışlarlar. Ne sanıyor bu insanlar anlamıyorum, iyi çalmak için bir müzisyenin kendini parçaladığını mı, yoksa bir trapezcinin her atlayışta kaslarını incittiğini mi? Oysa gerçekte zor şeyler bambaşka, insanların her an yapabildiklerini sandıkları şeyler bunlar. Örneğin bir köpeğe ya da bir kediye bakmak ve onları anlamak. Zorluk, büyük zorluk bunlar işte. Dün gece şu küçük aynada kendime bakmak geldi aklıma, yemin ederim sana öyle zor oldu ki, neredeyse kendimi yataktan yere atacaktım. Düşünsene, kendi kendine bakıyorsun, yalnızca bu, insanı yarım saat dehşet içinde bırakmaya yeter. Gerçekte bu adam ben değilim, ilk anda, ilk bakışta ben olmadığımı açıkça anladım, onu beklenmedik bir biçimde, bir rastlantı olarak yakalamıştım ve biliyordum ki bu ben değildim. Bunu hissediyordum ve insanın içinde böyle bir his olunca… Fakat bu Palm Beach plajındaki gibi, bir dalga çarpıyor sana, ikinci bir dalga, bir dalga daha… tam birini hissediyorsun ki öteki geliyor, yani öteki sözcükler… hayır, hayır sözcükler değil, sözcüklerin içinde olan bir tür tutkal, bir tür salya. Ve salya üstüne gelerek seni kaplıyor ve aynadakinin sen olduğuna inandırıyor seni. Doğru, ama nasıl fark etmezsin ki. Fakat doğru, bu benim, bunlar benim saçlarım, bu yara izi de benim. İnsanlar, kabul ettikleri tek şeyin salya olduğunu anlamıyorlar, bu yüzden aynaya bakmak onlara çok kolay geliyor. Ya da bir ekmek parçasını bıçakla kesmek. Sen hiç bir ekmeği bıçakla kestin mi Bruno?”

1 yorum:

  • 10.9.10
    luna says:

    fotoğraflar da pek güzelmiş. ellerine sağlık. :))hep merak ediyorum, çevirilerini nasıl buluyorsun peki? ispanyolcadan okumakla aynı tadı veriyor mu?

 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates