Barbara Streisand, Oscar tarihinde ilk kez bir kadının en iyi yönetmen seçilişini “Vakti gelmişti” diyerek ilan etti tüm dünyaya. Vakit gelmişti. İlk kez bu dalda aday gösterilen Lina Wertmüller (Pasqualino Settebellezze, 1975)'le kadın yönetmenlere Oscar yolu açılmış, Jane Campion (The Piano, 1993) ile süreç başarıya ulaşamasa da devam etmiş ve Sofia Coppola (Lost in Translation, 2003) ile kadınların sık olmasa da bu kulvarda oynayabileceği görülmüştü. Kadın yönetmenlerin Oscar yolculuğu ilk kez bu sene Catherine Bigelow ile tam bir zaferle sonuçlandı. Oysa, Bigelow'un Irak'ta görevlendirilmiş bomba imha uzmanlarını konu edindiği Hurt Locker'a bir kadın filmi demek ne kadar doğru, tartışılması gereken bir mesele.
“Savaş uyuşturucudur” alıntısıyla başlayan Hurt Locker, Bigelow filmografisinde adrenalin dolu filmlere eklenen bir yenisi. Elbette ki yönetmen sırf kadın olduğu için, kadın bakış açısını filmin merkezine koyması gerekmiyor. Fakat esas kafa kurcalayan mesele, ilk kez en iyi yönetmen dalında Oscar almış bir kadının bu denli erkeksi bir filmle ödüle layik bulunması.
Daha önce aday olan kadın yönetmenlerin filmlerini hatırlayalım. The Piano, piyano tutkunu bir kadınla ona tutkun bir adamın, kadının kocasına rağmen süren ilişkisini anlatıyor. Buna karşılık, 1993 yılının Akademi ödülünü alan yönetmen ise, Schindler'in Listesi ile Steven Spielberg oluyor. Diğer bir örneğe bakalım: Sofia Coppola'nın Lost In Translation'ında, Bob ve Charlotte'ın farklılıkla şekillenen ilişkisine şahit oluyoruz. Bu filmin karşısında, 2003'ün en iyi yönetmeni ise, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin son filmi Kralın Dönüşü ile Peter Jackson oluyor. 1976'da bir yıl gecikmeyle Oscar'a aday gösterilen Lina Wertmüller'in Pasqualino Settebellezze'sinde ise, yedi kız kardeşin arasında tek erkek olan Pasqualino'nun pavyondan hapse uzanan hikayesini izliyoruz. O senenin en iyi yönetmen ödülü ise bambaşka bir filmle bambaşka bir yönetmene gidiyor: Rocky ile John G. Avildsen'e. Üç kadın yönetmenin filminin karşısına üç savaş ya da şiddet içerikli film koyuluyor ve söz konusu üç yılın ödülleri de bu filmlere gidiyor.
Bigelow'un Hurt Locker'ı ise savaş ve adrenalin kulvarında oynuyor ve buram buram erkeklik kokan, üniforma bazlı, asker merkezli bir konuyu işleyerek diğer kadın yönetmenlerin filmlerinden kendisini ayırıyor. Öyle ki Hurt Locker, tam bir erkek filmi olarak karşımıza çıkıyor. Filmin her türlü detayına işleyen bu erkeksi duruş, kimi sahnelerde iyice belirginleşiyor. Askerlerin dinlenme saatlerinde birbirlerine vurarak eğlendikleri ve erkekler arası güç gösterisine dönüşen sahneyi ele alalım. Metaforik olarak da vahşi bir ata binme anını hatırlatan bu sahne bile tek başına erkeksi güç tatminin basit bir örneği olarak görülebilir.
Hurt Locker, ilk kez bir kadın yönetmene Oscar kazandırtan film olduğu için önemli... Hurt Locker, bir kadın yönetmenin çektiği asker filmi olduğu için de önemli... Ama Hurt Locker en çok, ilk kez bir kadın yönetmene Oscar kazandıran asker filmi olduğu için önemli... Bigelow, sadece kadın olduğu için kadın merkezli bir konuyu işlemek zorunda olmasa da, üzerinde durulması gereken esas konu, ilk kez Oscar'a layik görülen bir kadın yönetmenin, bu kadar erkeklik kokan bir filmle bu başarıyı elde etmesi.
Tam da bu noktada sormak gerekiyor: Bir kadının akademi jürisince iyi bir yönetmen kabul edilebilmesi, filminin de iyi bir film olarak seçilebilmesi için illa erkek diliyle mi konuşması gerekiyor?
Diğer bir deyişle Barbra Streisend'ın dediği gibi gerçekten de sinemada kadınların vakti geldi mi? Yoksa bir kadının erkeklerle aynı kulvarda yarışabilmesi için illa erkek kılığına mı girmesi gerekiyor?
"Yalnızca ölüler, savaşın sonunu görebilmiştir," der Eflatun. Biz insanlık da o kadar bekleyecek miyiz acaba, elbette metaforik anlamda, erkek diliyle iktidar dilinin aslında farklı şeyler olduğunu anlamak için.
Feminist eleştiri konusunda en büyük boşluğu açanların, feministlerin kendileri olduğu konusunda kimseyi inandıramayacağım görüşlerimi buraya yazacak olmaktan hiç mi hiç hicap duymuyorum. Madem konusu üzerine gelmiş, o zaman epigraf girişimi biraz daha geliştirip öldüreyim sihri, böyle ölecekse de, ölsün o zaman esrar satan yalancı peygamber! Hehe, ne hayat, kara kitap.
Diyeceğim şu, yazarın burada bahsettiği ve eleştirdiği şey erkek dili değil (olmamalı), iktidar dilidir (olmalıdır). İktidarı erkekler konuştuğu için, bu dil bilamüddet erkeklerin dili hâline gelmiyor. Her alet edavatın doğasında olduğu gibi, o aygıtın sahibi, o aygıtı kullanma hakkına da sahip oluyor. Yani iktidar aygıtı eğer bir tahakküm aracı ise, ki alenen öyledir, bunun öznesi zinhar ne salt erkektir ne de kadındır, bu rolü biçen şey tarihtir.
Ha şimdi, tarih sahnesinde bu iktidar aygıtını kullanan cinsin erkek olmasından mütevellit, erkeğin, iktidar dilini sömürdüğü, özümsediği ve iktidarla eklemlendiği söylenebilir. Velâkin bu, yalnızca tarihsel bir döngüdür. Sırası geldiğinde, yani iktidarın el değiştirmesi gerektiğinde ki gerekir dünyanın dengesi bize bunu söyler, ataerkten anaerke dönüşecek sosyal yapıda ve ilişkilerde ve düzende, mazlum ve mağdur olanın dili, bu kez iktidarın dili olacak. Feminizm, bu yüzden benim için bir iktidar savaşıdır, eşitlik savaşından ziyade.
Ezcümle, bir kadının konuştuğu dil, hiçbir zaman erkeğin dili olamaz. Mümkün değil, doğanın aksine gitmek olur bu. Kadın kadın gibi, erkek de erkek gibi konuşur. Onları seslendiren şeydir iktidar, buna bilmukabele dikkat etmek gerekir.
Uğurlu ola blogunuz, bol boyalı ola.
İktidar dilini erkek dilinden ayırmak ancak o dili kullanan birinin gözünden bakınca mümkün oluyor herhalde, zira ben ne yazık ki söz konusu iktidar dilini kullanamadığım için benim baktığım noktadan ikisi de aynı, ikisi de bir görünüyor.
Fakat ikisini illa ki birbirinden ayıralım, tarih döngüselliği içinde erkeğin iktidara neden, nasıl ve ne şekilde sahip olduğu gibi küçük detayları görmezden gelelim deniyorsa eğer, o halde iktidar dili ile erkek dilinin hangisinin bir diğerinden kaynaklandığını, hangisinin bir diğerine eklemlendiğini bulmaya çalışmak tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan çıktı sorusuna bulunacak cevapla eş değer olacaktır.
Ama tabii günün birinde anaerkil toplum ütopyası gerçek olursa, kadın dilinin iktidarla olan ilişkisini gözlemleyip iktidar dilinin analizini daha net yapabiliriz.
Fakat bu gerçekleşmesi neredeyse imkansız bir toplum hayali olduğundan ve iktidar bu güne dek her daim erkekle eş değer gittiğinden şimdi buna kafa yormak gereksiz olacak gibi görünüyor.
Son olarak,"iktidar onları seslendiren şeydir" demişsin, katılıyorum. Fakat görmezden geldiğin bir nokta var ki, kadın erkek dilini konuşamaz ama taklit edebilir, pek çok alanda buna zorunlu tutulur; çünkü diyelim ki iktidar dili ve erkek dili ayrı şeyler, o halde iktidar yalnızca erkeği seslendirmektedir. Dolayısıyla da kendi diliyle seslendirilemeyip sessiz bırakılan kadının sesini duyurmak için iktidarın seslendirdiği erkek dilini taklit etmeye ihtiyacı vardır. İktidarın çizdiği dünyada ayakta kalabilmek ya da basitçe "başarılı" sayılabilmek için buna mecburdur. Bigelow da bunun bir örneğidir.
İyi dilekler için teşekkürler.
off çok uzun yazmışsınız yaa (yüzeysel makyaj bloggerı yorumu)
@ladylestrange, Bu ayrıma gidebilmek için erkek ya da kadın olmak gerekmiyor. Söylem geliştirmek için gerekli olan şey analizdir. Bir kişi diğerinden farklı bir sonuca ulaşmışsa, veriler aynı olsa da analizlerin farklı olmasından kaynaklanır bu. Cinsiyet üstü söylem geliştirmek o kadar zor olmamalı.
İktidar dilini kullanmadığını söylemişsin. Katılmıyorum, hem de hiç. Yazdığın yazı -hattâ bir yazı yazmak bile- iktidarın hayata geçirilişinin bir türevidir. Yani, söylem zaten iktidardır.
Bu kavram, her ne kadar muğlak olsa da, iktidar dili/aygıtı dediğimizde, aklımıza illa ki estetik, politik, militarist şiddet ya da tahakkümün çıplak vahşeti gelmesin. Kadın-erkek ilişkilerinde, aile ilişkilerinde, minibüste ve yolda, hasılı düşüncemizi/kendimizi kabul ettirmek için emek sarf ettiğimiz her alanda bir iktidar alanı içine ister istemez giriyoruz. Bu ne kötü ne de iyi bir şeydir, bu böyledir. Sevgilisi mesaj attığında, birkaç dakika bekleyip mesaj atan insan da iktidarı kullanıyor, askerinin eline pimi çekilmiş bombayı veren komutan da kullanıyor. Biçim farklı elbette, ancak özünde hepimiz birer dikta kökü taşıyoruz. Kadın olmak, erkek olmak biyolojik merhalede önemli. Sosyolojik hayvan olup komünal bir ortama girildiğinde, başka dinamikler ortaya çıkıyor. Burada bir cinsi diğerinden daha üstün ya da alçakmış gibi göstermek, haksızlık bir yana, boyut kaybına da neden oluyor. Feministlerin en büyük sorunu da bu.
Amargi dergisi, erkek yazarların yazılarını kabul etmiyor biliyor musun? Sence buna da iktidar diyebilir miyiz? Türk'ü içine almayan Kürt mücadelesi, erkeği içine almayan kadın hakkı mücadelesi olmaz. Aksi olursa, orada da bir iktidar savaşı var demektir.
İktidarı eline almak için kullandığı kaynakları ve yöntemlerin tartışılmaması gerektiğini söylemiyorum ki. Bigelow'un, Güler Sabancı'nın, Condoleezza Rice'ın yaptıkları erkekleri taklit etmek değil, iktidara soyunmak. İktidar erkeğe içkin değil, bu ihaleyi bu turda o aldı sadece. Nasıl aldığı da tartışılır, tartışlamasın demek anlamına gelmiyor söylediklerim, ama genel çerçeveyle bir ilgisi yok.
Anlaşamadığımız mesele tam da son sözünü ettiğin konudan kaynaklanıyor: Sana göre Güler Sabancı, Tansu Çiller ya da Catherine Bigelow gibi kadınlar basitçe iktidara soyunurken, bana göre iktidara soyunmak için kullandıkları yöntem erkekleşmek. Çok kabaca bir örnekle Tansu Çiller"in ne kadar erkeksi bir kadın olduğunu hatırlayalım. İktidara soyunmak kendi içinde erkek gibi olmayı da içeriyor. Yegane şartı bu. İster salt bugüne dek erkekler iktidar sahibi olduğu için erkekleşmeyi de içersin, ister zaten erkekliğin kendisi iktidarı çizmiş olsun fark etmiyor, zebepler ne olursa olsun sonuç değişmiyor, iktidar eşittir erkekleşme olarak olarak altın harflerle Tansu Çiller, Güler Sabancı ya da Catherine Bigelow gibi kadınların alnına yazılıyor.
Söylem geliştirmek için erkek ya da kadın olmaya gerek yok, saf analize ihtiyaç var demişsin. Bu doğru olabilirdi, tabii yüzde yüz objektif olabileceğimiz bilimlerden birini tartışıyor olsaydık, örneğin bir matematik problemi çöçüyor olsaydık. Fakat sosyal bir melese üzerine, ve hatta spesifik olarak böyle bir mesele üzerine tartışıyoruz ve ne yazık ki ürettiğimiz söylemlerde sen erkeksin, ben de kadınım. Analiz cinsiyetin altında boğuluyor ne yazık ki.
Amargi avukatlığı yapmayacağım. Ne ayrımcılık politikalarını, ne de izledikleri diğer pek çok politikayı da desteklemiyorum. Bununla birlikte, eşitlik peşinde olmayan, aksine iktidara karşı çıkıyormuş gibi görünüp, kadınlara iktidar sahibi olma yollarını arayan her türlü harekete de karşıyım. Mesele eşitlik olmalıdır bence, her feminizm türü de ayrımcılıkla suçlanmamalıdır dolayısıyla.
Bu meseleyi sonsuza dek tartışabiliriz. Ben cevap vermekten yorulmam, belli ki sen de yorulmayacaksın. Bir itirazım olmazdı ki, bir çözüme bağlanacak olsaydı. Fakat ne yazık ki daha en temel noktadan iktidar-erkek ayrımından, hangisinin nerede bitip başladığından çıkıyor bizim anlaşamadığımız nokta. Orayı da bir blog üzerinden halletmeye gücümüz yetmez kanımca.
Son not: Feminizmin kimi durumlarda yarattığı pozitif ayrımcılığı, ben de desteklemiyorum. Fakat, feminizme karşı kızgınlık/ kırgınlığı, her feminist görüşten çıkarmamak gerekiyor. Buna da dikkat edilmeli.
oscar moscar hiç oralara girmeden, kökten bazı itirazlarım var:
matematik kesin mi? gödel yüzyıl önce aksini kanıtlamıştı, kesinliğinin asla mümkün olamayacağını da. dille ilgili olarak da, bay witt'e danışmak lazım.
erkeği içine almayan kadın mücadelesi, türkü içine almayan kürt mücadelesi olur. ve fakat başarılı olur mu, meçhul. öte yandan, erkeği içine alan kadın mücadelesinin de başarıya ulaşması an meselesi, yahut kaçınılmaz değil ki.
mücadele denen şey, halihazırda iktidara, kudretli olana karşı yapılır ve bunun illa sosyal bir yapının ürünü olması gerekmez.
geçen gece rüyamda kilitli bir kapının önünde kadındım, kapının postallarındaysa davudi bıyıkları vardı.
erkin/erksizliğin kaynağı sıfat veya isim değil, fiildir. kapının açılmıyor olması, beni onun karşısında erksiz bırakır; çünkü ereğim, içeri girmek yahut dışarı çıkmaktır.
inananlar için katıksız erk sahibi tanrıdır, çünkü tüm fiillere muktedirdir, muhayyeller de dahil. geri kalan herşey ise temsilden ibarettir. inanmayanlar için de durum bundan öte değil; tanrının adı değişir, fiillerin olabilirliği bakidir. çünkü dünya, hatta evrenin kendisi bir fiildir. kişinin hayatı da geri döndürülemeyecek şekilde onu temsil eder. insanın herhangi bir fiili yerine getirebilmesinin önkoşolu onun (evren, dünya vb tarafından) yaşatılabiliyor olması, kapının kilitliliğinin önkoşuluysa (biri veya birileri, otomatik bir sistem vb tarafından) kilitlenebiliyor olmasıdır.
bin yıl önce kıytırık bir köy papazının cenneti vadedebilmesi ve cehennemi gösterebilmesi, onun papazlığından kaynaklanmaz; cenneti vadedebilmesi ve cehennemi gösterebilmesinden kaynaklanır. kapının arkasındaysa tanrı ve onun arkadaşları(!) vardır.
yazılarınızda bahsi geçen kadınlar, sadece kadınları temsil etmez, sadece erkekleri, erkekleşmiş kadınları da temsil etmez; bir toplumun (amerikan halkı vb), bir grubun (kadınlar, erkekler, domatesçiler, vb), ya da sadece kendisinin ereklerini temsil ederler; tabi bu ereklere ulaşacak fiilleri sergiliyorlarsa.
neticede söylenen her söz bir iktidar mücadelesinden ibaret. kim, hangi sıfatla söylerse söylesin. eşitlik sadece, iki veya daha fazla birimin dengesinin belli bir toplumsal coğrafyadaki adı, eşitsizlik ise belli bir toplumsal coğrafyadaki iki veya daha fazla birimin dengesizliğinin adı olabilir.
oturduğum kanepede beni en çok dertlendiren şey de bu: kadının/erkeğin insan biriminden öte, insanın/hayvanın/bitkinin canlı biriminden öte bir anlamı olması gerektiği; hangi ara beni bu denli aşağılık bir laboratuvar tüpüne koydular? ve kendim bundan muzdaripken hangi ara evrenin içindeki herşeyi bu denli aşağılık bir insan zihnine koydum?
sylvia plath gibi adamsınız, sayın mupteda!
Bir şey daha, Tanrı'nın kafamızdaki imgesi de cinsiyetsiz değil pekala. Buradan Hristiyanlığa bir selam çakıyorum ve "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh" üçlemesini tepside önünüze sunuyorum. Kadının adı yok azizim, olay budur.
Bir de matematik kesindir demedim ben, kesin bir objektiflik takınılabilir matematikle uğraşırken dedim, bunu da buradan düzelteyim.
Son olarak da rüya üzerine: Sylvia Plath'in Daddy adlı ölümsüz eserini gönderir, saygılarımı sunup çatıdaki deli kadın köşeme çekilirim.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.