31.10.10

Antik Yunan'ın İzinde: Küçükkuyu

,
Bu sene tatiller üst üste gelirken, sırt çantamı sırtlanıp alır başımı giderim diyenler için Küçükkuyu büyülü alternatiflerden birisi. 29 Ekim’in hafta sonuyla birleşmesi üzerine bizzat gidip yerinde deneyimlediğim Küçükkuyu, uzunca bir süre herkese tavsiye edeceğim, mutlaka gidip görülmesi gerekenler listesinin başında geliyor. Bence Küçükkuyu ve civarının en cazip tarafı her türlü bütçeye hitap etmesi. Pansiyondan hotellere, dört yıldızlı otellerden kamp alanlarına kadar her türlü kesime hitap eden Küçükkuyu, salaş balıkçıları ve yazın masmavi denizi, kışın gezilip görülebilecek onlarca civar bölgesiyle henüz el değmemişliğini koruyan nadir bölgelerden birisi.

HIZLI PROGRAMLA NERELERE GİDİLİR?

Küçükkuyu’nun Merkezi
Merkezde minik evler, salaş sahil meyhaneleri ilk dikkati çekenler. Rakılı balıklı, hatta bir sürü mezeli bir akşam yemeğini kişi başı 35 milyona çıkartmak mümkün. Cumartesi günleri meydanda kurulan pazarda ise, nereydese her şeyin fiyatının kilosu 1 milyon olduğunu görünce gözleriniz büyüyor. Bölgenin meşhur mandalinalarını hazır gitmişken kilo kilo kapmanız nacizane tavsiyem. Küçükkuyulular mandalinaları bizzat ağacından toplayıp satıyorlar, dolayısıyla da yemeye doyamıyorsunuz. Küçükkuyu’nun merkezinde dikkatinizi çekecek bir diğer unsursa dükkanların neredeyse yüzde doksanının zeytin yağı dükkanı olduğu. Birbirinden şık şişelerde bölgenin ünlü zeytin yağını kapıp, aynı zeytin yağıyla üretilen sabunları yüklenebilirsiniz. Oraya kadar gitmişken eve birbirinden lezzetli zeytin çeşitlerini getirebilecek olmanız da cabası.

Zeus Altarı
Küçükkuyu’dan servis arabalarıyla ya da kendi arabanızla çıkabileceğiniz Zeus altarı adından da anlaşılabileceği üzre, bir vakitler bölge insanlarının Zeus’a armağanlar sundukları altar. Yine efsaneye göre, Zeus, Truva savaşını bu tepede oturup izlemiş. Manzarası öyle mükemmel ki, hakikaten Zeus’un dünyaya inip de oraya geldiğine inanıveriyorsunuz.

Adatepe
Burası, hemen Zeus altarı’nın yanında küçük bir Rum köyü. Evler, yollar eskisi gibi bırakılmış. Evlerin hepsi minicik ve eski tip taşlarla yapılmış. Meydana girer girmez Harikalar Diyarı’na düşen Alice misali gördüklerinize inanmıyorsunuz. Mekan bu kadar güzel olunca, tabii keşfedilmesi de uzun sürmemiş. Orhan Pamuk ya da Ayla Algan da buradan ev alan isimlerden. İçinde birkaç pansiyon da bulunuyor. Dolayısıyla tatili sakin geçirmek, harikalar diyarı gibi bir köyde kalmak isteyenler için ideal. Ayrıca zeytin sütü adı verilen ve zeytinden elde edilen sütü de Hüseyin Meral Zeytinyağı mağazasından almak mümkün.

Kısık
Kısık, Küçükkuyu merkeze 20 dk uzaklıkta bir tepe. Gidenlere Sicilya tepelerini hatırlatan Kısık’ta restoranlar ve mangal alanları bulunuyor. Lebi derya bir manzaraya karşı biralarınızı ya da rakılarınızı yudumlamak için ideal bir mekan.
Yukarda saydığım yerleri eğer arabanız varsa tek bir günde rahat rahat gezmeniz mümkün. Eğer araba yoksa, hepsine giden servisler merkezden kalkıyor.

Kadırga Koyu
Uçsuz bucaksız, bomboş bir sahilde çayını yudumlamak isteyenler için ideal bir yer. Dört bir tarfafta dolaşan köpek yavrularıyla oynayıp, bir yandan çay içerken bir yandan kafasını boşlamak isteyenlerin hayran kalıcaklarına eminim.

Behramkale – Athena Tapınağı
Behramkale köyü, tarihi binlerce yıl öncesine dayanan Antik Yunan’dan Bizans’a oradan da Osmanlılara dek el değiştirmiş, değiştirirken de el değmemiş bir yer. Behramkale’nin yerli halkı bile, sanki yıllar içinde hiç değişmeden eski evlerle birlikte hayatlarını sürdürmüşler. Köy yine bir harikalar diyarı örneği. Behramkale’nin tepesine tırmandığınızdaysa ünlü Athena tapınağına varıyorsunuz. Binlerce yıldan beri Athena’ya tapınmak için kullanılan alanda ne yazık ki birkaç taş ve sütundan başka bir şey kalmamış. Tapınaktan geriye kalanlar şu anda Louvre müzesinde sergileniyor. Fakat sırf manzarası için bile gitmeye değer. Tapınağın biraz aşağısındaki antik tiyatro da Aristotales’in ders verdiği yer.

Assos
Assos ise küçük bir sahil kasabası. Ne yazık ki, diğer yerlerin el değmemişliği Assos için geçerli değil. Tam bir turist kasabası haline gelmiş olsa da ününü hak ediyor, bir sürü balık restoranı ve ünlü dondurmasıyla turistleri karşılıyor.

Yeşilyurt Köyü
Yeşilyurt köyü Küçükkuyu’nın girişinden gidilen tepede yine küçük bir köy. Baştan söyliyeyim, gidenler gerçek olduğuna inanamayacaklar. Bir film seti gibi, bir süre bulunduğunuz yerin gerçekliğini sorguluyorsunuz. Bozulmamış taş binaları, minik bakkaliyesi, çay bahçesi ve yaşlı amcaların sırayla dizildiği kahvesiyle gittiğim en güzel yerlerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Köyün içinde Bamteli programından tanıdığımız Tayfun Talipoğlu’nun minik oteli de bulunuyor. Burada tatilini geçirmek isteyenler için ideal bir mekan.

Yukarda saydığım yerleri ise yine arabayla bir güne sığdırmak mümkün. Arabası olmayanlar içinse servis olanakları bulunuyor.

Detaylı bilgi için:

28.10.10

22 Ekim 2010 Bronx - The Radio Dept. Konseri

,

Konser için ülkeye gelen bir grubu izlemeyip sonradan sevmek her müzikseverin başına mutlaka gelmiştir. Bu Türk müzikseveri için fazladan dertli bir durumdur, nitekim grup büyük küçük olsun buralara gelmesi uzun sürecektir, hatta bazen hiç gelmeyecektir. The Radio Dept. benim için böyle bir gruptu ne yazık ki, onları Türkiye'ye geldikleri tarihten yani 2007 Mart'ından yaklaşık bir iki ay sonra dinlemeye başladım. Pet Grief günlerimin soundtrack'i oldu, Lesser Matters'ı ondan da çok sevdim, sonra EPleri hatim ettim, orada burada arkadaşlara anlatır, yolda yürürken, evde okurken dinlemeden edemez oldum. Sonra da Clinging to a Scheme bekleyişi başladı, yayınlandı yayınlanacak, yok sonraya kaldı derken plak şirketleri labrador'un sitesi en çok girdiğim sitelerden biri haline geldi. Bu heyecanım sonra yatıştı ama, artık umutsuzluktan mı, "bu kadar beklettiklerine göre çok güzel olacak" hayallerimden mi bilemiyorum. Albüm yayınlanınca da en çok dinlediklerimden, durup durup başka bir şarkısına taktıklarımdan, üzerine kafamda hikayeler, görüntüler işlediklerimden oldu. Vee en sonunda da konser haberleri last fm'e düştü, önce inanmadım, sonra "labrador'da görmeden inanmam" diye umutla karışık bir inkara girdim, Bronx'un ve Biletix'in sitesinde açılan sayfalarla huzura erdim, ladylestrange ile gidip biletlerimizi aldık. 22 Ekim akşamı da, daha önce hiçbirimiz Bronx'ta eşin dostun konseri hariç bir şey izlemediğimizden ve uzun zamandır oralara uğramadığımızdan biraz kaygılı bir halde gittik Bronx'a.
Last fm'den okuduğum kadarıyla bazı arkadaşlar konser günü mekan girişinde "Damsız giremezsiniz" gibi bir tepkiyle karşılaşmışlar, en yakın zamanda bu saçma durum çözülür diye umuyorum. Biz, ladylestrange, ucucaparklar ve ben yani, hepimiz dam olduğumuzdan ( !?) olacak böyle bir durumla karşılaşmadık, hatta Babylon'da olanın aksine para bayılmadan montlarımızı, ceketlerimizi vestiyere bırakabildiğimiz için mutlu mesut bir şekilde girdik içeri.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, her anlamda beklediğimden, tahmin ettiğimden çok çok daha fazla ilgi vardı gruba karşı. Yarım saat öncesinden gitmemize rağmen sahne önünde yerde oturan, ellerinde pankartları olan çok heyecanlı bir topluluk vardı, izleyici sayısı da gittikçe arttı. Yarım saat gecikmeyle grup sahneye çıktığında ise o küçük mekandan beklemeyeceğiniz bir alkış koptu, önce son albüme ağırlık verdiler, Domestic Scene, Heaven's on Fire, This Time Around, Never Follow Suit, Memory Loss son albümden çalınan şarkılardandı (eksiğim, yanlışım varsa düzeltin lütfen, not almadım şarkıları, hatırladığım kadarıyla aklımda kalanlar bunlar). Pankartlarla istek alan Keen on Boys ya arkadan birilerinin bağırdığını duyduğum David, Tell gibi şarkılar listelerinde değildi ne yazık ki. Sahnede seyirciyle iletişim kurmaya çok alışık değillerdi gözlemlediğim kadarıyla,  Johan Duncanson şarkı aralarında teşekkür etti, pankart meselesini sordu, "Bu Türkiye'de çok yapılan bir şey mi? Hayatımda ilk defa görüyorum böyle bir şeyi," dedi. Kendisinin hiç stadyum konseri izlemediğini ya da büyük festivallerde olanlara çok dikkat etmediğini anlamış olduk böylece :) Türkiye'de "büyük" olduklarını onların da bizim de anladığımız bir konser oldu seyirci ilgisi itibariyle, onlar bıyık altından güldüler alkışlara ve sahne önünde heyecandan yerinde duramayarak dans edenlere, biz de izleyici arasında "yaşlandık mı ne yahu?" diyerek :)
Toplamda 50 dakika kadar kaldılar sahnede, tabi ki çok kısa geldi hepimize, bazılarının konseri çok "tek düze" ya da "sıkıcı" bulduklarından şikayet ettikleri duyuldu. Ancak, genel itibariyle, bizim izlemekten, orada olmaktan çok mutlu olduğumuz, grubun da "rock star" halet-i ruhiyesiyle besbelli ilk kez karşı karşıya kalıp utanıp sıkılıp şaşkınla sırıttıkları, küçük ama enerjisi çok güzel bir konser oldu. Sizi bilmem ama tekrar tekrar gelsinler, daha uzun çalsınlar, hatta Lesser Matters'ın, Pet Grief'in, henüz eskimediği için nostaljisini çok yapamadığımız Clinging to a Scheme'in tüm şarkılarını çalsınlar, sonra da ellerinde biralarıyla bıyık altından biz heyecanlı gençlere gülsünler istedim ben :) İyi ki gelmişler, iyi ki de gitmişiz.

Not 1: Konseri ses kayıt cihazımın azizliğine uğrayarak kaydedemedim fakat grubun yakın zamanda internetten yayınladığı The New Improved Hypocrisy'yi sizlerle paylaşayım istedim. Buyurunuz: 

The Radio Dept. - The New Improved Hypocrisy


Not 2: Fotoğraflar ladylestrange'in makinesiyle tarafımdan çekilip editlenmiştir. Bir yerlerde kullanırsanız adımızı anarsanız çok seviniriz :)

10.10.10

flormar allıklar: hesaplı ve kaliteli!

,

mac, laura mercier, benefit gibi high-end sayılabilecek markaların birçok ürününü severek kullanıyorum. ancak yerli ve uygun fiyatlı markalardan da son derece kaliteli ve kalıcı makyaj malzemeleri bulmak mümkün, benim yerli markalar içinde ürünlerini en sevdiğimse flormar.

flormar yenilendiğinden beri birçok makyaj blogger'ının da ilgisini çekti. herkes ürünler hakkında bu kadar iyi şeyler yazınca ben de meraklandım. önce allıklarını almaya başladım, daha sonra farlarını, lipglosslarını ve göz kalemlerini de aldım. memnun kalmadığım hiçbir ürünü olmadı. hepsi kalıcılık ve pigmentasyon açısından son derece iyiler. bu yazıda çok sevdiğim üç flormar allıktan bahsedeceğim, daha sonra lipglosslar hakkında da yazacağım (göz kalemlerinden şurada bahsetmiştim)


henüz son çıkan "pretty compact"ları denemedim ancak "selection terracotta" serisinin high-end markaların allıklarıyla boy ölçüşebilecek kalitede olduğunu söyleyebilirim. ben 26 numarasını hemen hemen her gün kullanıyorum. 26 numara aslında ışıltılı bir pudra olarak satılıyor, ancak ben genellikle elmacık kemiklerinin üst kısmına hafifçe uygulayarak aydınlatıcı olarak kullanıyorum. bazen de elmacık kemiklerinin üzerine biraz yoğun olarak uygulayıp allık olarak kullanıyorum, çok doğal, güzel bir ışıltısı olan bir allık oluyor. ayrıca bunu hafifçe allık gibi sürüp üstüne mat bir allk sürdüğümde de mat allığı hafifçe ışıltılandırmış oluyorum. yani kullanım alanları çok çeşitli. üstelik kocaman bir ürün ve bitirmek bence imkansız. fiyatı da 20 tl civarı. (bu arada rengi swatch'daki kadar koyu değil, fırçadaki diğer rengi temizlemeden sürdüğüm için öyle çıkmış sanırım. bu kadar koyu olsa aydınlatıcı olamazdı zaten!)

tekli allıklardan da çok memnunum. #88 fotoğrafta sanki ışıltılı gibi çıkmış ancak yüzüme sürdüğümde öyle pek bir ışıltısı olmuyor. çok tatlı bir pembe, bana biraz mac dollymix'i hatırlatıyor. #90 ise yanık tende çok hoş duruyor. yavruağzı-bronz arası bir rengi var (kiremit rengi gibi ama daha açık mı desem?).bunların da fiyatı çok uygun, 10-11 tl civarı.
bana "selection terracotta"nın ambalajı çok sağlam değil gibi geliyor, mesela makyaj çantasına direkt atarsam allık içinden biraz dökülüyor. o yüzden ben de başka birşeyin (küçük poşet vs.) içine koyup makyaj çantama öyle koyuyorum. bence başka da hiçbir olumsuz özelliği yok, zaten bu dökülme sorunu tekli allıklarda da yok.

swatchlar:
sonuç olarak, flormar allıkları herkese tavsiye ediyorum :)

2.10.10

Sonbaharda Audrey Hepburn

,

"İsteyen herkes benim gibi görünebilir. Saçlarını topuz yapan, büyük bir güneş gözlüğü takan ve siyah mini bir elbise giyen her kadın Audrey Hepburn olabilir."

Sonbahar gelip çatmışken azıcık nostalji yapmanın tam sırası dedim ve siyah beyaz filmlerin unutulmaz yüzü Audrey Hepburn'ün filmlerine geri dönelim istedim. Annelerin "çok asil" sıfatı altında tanımladığı belki de tek ikon kendisi. Marilyn Monroe gibi gösterişli bir güzelliğe sahip değil, aksine onun güzelliği sadeliği ve kibarlığından geliyor. Belki de bu yüzden o Roma Tatili'nde olduğu gibi bir prensesi canlandırdığında ya da Sabrina'daki gibi bir lady olmaya çalıştığında onu izlemeye doyamıyoruz.
Kendisi 1929 doğumlu, İngiliz bir baba ve Hollandalı bir annenin tek çocuğu. Küçük yaşında annesiyle babasının boşanmasının ardından, annesiyle Nazi işgali altındaki Hollanda'ya taşınıyor. Daha sonra Londra'ya geçiyor. Burada önce bir bale okuluna yazılıyor. Çevresinde kısa süreliğine bile bale yapmış birisi olanlar iyi bilirler, her kimin kanına bale bir kez karıştıysa bundan böyle onun duruşu değişir, sırtı her daim dikleşir, yürüyüşü bile dans eder misali olur. Hepburn de söz konusu sıfatları adının başına ekledikten sonra, modellik yapmaya başlıyor. Sinemaya atılması da uzun sürmüyor.
22 yaşında "Young Wives Tale'"de oynayarak zerafeti ile dikkattleri hemen üzerinde topluyor. "Monte Carlo Baby", "Lavender Hill Mob" ve "Secret People" filmlerinde boy gösterdikten sonra, 1952'de Roma Tatili'nde ilk kez başrolde oynuyor ve bu rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar'ı kazanıyor. Törende kendisine ödülü veren Jean Hersholt'a teşekkür etmek maksadıyla yanağından öpecekken, hedefi şaşırıp dudağına bir öpücük konduruyor. Bunun ardından utançla tuvalete koşan Hepburn'ün ödülüyle birlikte fotoğrafçıların karşısına geçmesi de haliyle biraz vakit alıyor. Benim de en sevdiğim Hepburn filmlerinden olan Roma Tatili'nden sonra ise, tabii ki hepimizin gönlündeki birinci, Sabrina çekiliyor. Yeşilçam tarafından Hülya Koçyiğit'li bir versiyonu olduğunu da hatırlatmam gerek. Tabii yıllar sonra çekilen Bir İstanbul Masalı'nın da bir Sabrina uyarlaması olması ve yıllar yılı önümüze sürülen benzer senaryonun bundan sadece 5 yıl kadar önce bile reyting rekorları kırmasının ardında orjinal Hepburn'lü Sabrina'nın payı yadsınamaz. Klasikler arasındaki Sabrina, bugün hala yağmurlu bir pazar gününde battaniye altına girilip de izlenecek filmler listesinde bir numarada geliyor.
Daha sonra "War and Peace", "Love In The Afternoon", "Green Mansions" ve tabii ki "Funny Face", Hepburn filmografisine ekleniyor. Funny Face, Hepburn'ü dans edip şarkı söylemerken izlemek isteyenler için ideal filmlerden biri. Fred Auster'e eşlik edebilecek kadar iyi dans eden Hepburn, bu filmden önce, kısa süreli bale eğitimine rağmen, dans edebildiğine inanmıyormuş. Dolayısıyla Fred Auster'li bir dans filmi kendisine teklif edildiğinde bir süre uykuları kaçmış. Hatta "Funny Face"i çekebilmek için "Gigi" de oynamayı reddetmiş. Fakat filmi izlediğinizde Hepburn'ün dansını görmekten ötürü aşırı keyif alıyorsunuz. Simsiyah kıyafetler içindeki incecik vücudu sanki baştan beri dans için yararılmış. Filmin pek çok sahnesinde kahkahalarınıza engel olamasanız da (benim favorim Fred Auster'in boğa güreşi dansını yaptığı sahne), klasik bir Hepburn filmi izlemek isteyenler için ideal.
Kariyerine kalplerde taht kurmasını sağlayan diğer filmleri "My Fair Lady", "Breakfast At Tiffany's" ve "Wait Until Dark" filmleriyle devam eden Hepburn'ün "Breakfast At Tiffany's" de seslendirdiği Moonriver hala hepimizin kulaklarında.



Herkesin hatırında Marilyn Monroe'nun Kennedy için 1962'deki doğum gününde "mutlu yıllar" şarkısı söylediği kalsa da, esas bilinmeyen bir yıl sonra Kennedy'nin son doğum gününde ona "mutlu yıllar" şarkısı söyleyen kişinin Hepburn olduğu. 2 kez evlenen ve 2 çocuğu olan Hepburn 1990'da film kariyerini noktalandırmaya karar veriyor ve "The Exorcist" ile "One Flew Over The Cuckoo's Nest" filmlerinde oynamayı redediyor. 1993'te 64 yaşındayken bağırsak kanserinden ölüyor.
Havanın giderek kararmaya başladığı bu sonbahar günlerinde, yağmurlu bir pazar sabahı ne yapacağınızı düşünüyorsanız, Audrey Hepburn'le biraz nostaljinin tam sırası.
 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates