30.9.10

Rachel's : Cennetin Müziği

,

Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına geçmeyi ne kadar ertelersem erteleyeyim, Rachel's ı her dinlediğimde içine girdiğim ve tarif etmekten ziyadesiyle duygusal olduğu için kaçındığım halet-i ruhiye peşimi bir türlü bırakmadı. Dolayısıyla da asıl niyetim word ü açıp çeviri yapmaya başlamak olmasına rağmen karşınızdayım :)
Rachel's bir arkadaşımın mp3 playerıma atmasıyla tanıştığım, uzun zaman da hakkında bir şey bilmediğim, bilmeye de çalışmadığım bir grup oldu benim için. Çünkü Rachel's, hakkında ne öğrenirseniz öğrenin, ne okursanız okuyun asla müziğinin önüne geçmeyecek bir grup, bu kağıt üzerinde çok asil ve idealist dursa da, grubun müziğiyle kurduğum kaçınılmaz ilişki dolayısıyla beni içten içe de üzüyor açıkçası. Grubun müziğinin birilerine ulaşmasının tek yolu, özellikle de klasik müzik takipçisi olmayan; ama benim gibi Rachel's ın her kaydına hayran olabilecek kitleye ulaşmasının tek yolu, grubu dinlemeye başlamak. Bunun da günümüzde ne kadar işlemediği aşikar.


Bu söylediklerime rağmen sizleri de belki grubu dinlemeye ikna ederim umuduyla haklarında birkaç biyografik laf etmek isterim. Grup 1991'de Amerika'da, Kentucky'de kurulmuş, ağırlıklı olarak 20. yüzyıl sonunun minimalist müziğinden etkilenmiş klasik bir müzik icra ediyor. Asıl kadrosu gitarist Jason Noble, kemanist Christian Frederickson ve pianist Rachel Grimes'tan oluşuyor; ancak çeşitli müzisyen topluluklarıyla da birlikte yaptıkları kayıtlar var. Diskografilerinde 6 LP ve 2005 tarihli bir EP bulunuyor. Ben grubu, 20. yüzyılın figüratif ressamlarından Avusturyalı Egon Schiele'nin hayatıyla ilgili bir tiyatro prodüksiyonu için yayınladıkları 1996 tarihli Music for Egon Schiele ile tanıdım. Daha önce ne ressam ne de grup hakkında bir bilgim olmamasına rağmen, eşliğinde okuduğum her kitabı, yürüdüğüm her yolu benim için olabileceğinden daha anlamlı, daha hatırlanır kıldı bu albüm. Egon Schiele'yi de sayesinde tanıdım, hem ressamın işleri hem de hayatına dair öğrendiğim her şeyi olabileceğinden daha etkili kıldı üzerimde. Grubun kayıtlarından bir diğer favorim ise yine bir tiyatro topluluğu için kaydettikleri 2003 tarihli Systems/Layers. Music for Egon Schiele'den çok farklı olmasına rağmen yine de klasik müzik severlerin baş tacı olacak bu muhteşem  albümdeki Esperanza'yı klasik müzik seven sevmeyen herkese tavsiye ederim.
Grubun film score'u olmaya çok yatkın bir müzik yaptığını yazdıklarımdan çıkarmışsınızdır, bu durum yönetmenlerin de gözünden kaçmamış tabi ki. Systems/Layers'dan Water From the Same Source isimli kayıtları başrollerinde Will Smith, Jason Bateman, ve Charlize Theron'ın oynadığı Hancock'ta kullanılmış, yine aynı albümden Even/Odd ise Reha Erdem filmi Kozmos'ta. Grubun resmi sitesindeki haberlere göre pianist Rachel Grimes Book of Leaves isimli bir solo piano albümü yayınlamış ve grup kendi deyimleriyle şu an "derin bir kış uykusunda".
Kısaca toparlamak gerekirse, kitap okurken dinlemek için film score'u indirenler, piyano, keman ve klasik müzik severler için Rachel's biçilmiş kaftan. Bu tanımlayamaya dahil olmasanız bile altta youtube linkini paylaştığım Esperanza'yı dinlemeden ölmeyin derim ben.
Faydalı linkler:
Grubun resmi sitesi: RachelsBand.Com
Rachel Grimes'ın resmi sitesi: RachelGrimesPiano.Com
Music for Egon Schiele Download Link'i: Rachel's - Music for Egon Schiele

22.9.10

Bedesten Café & Patisserie, Kapalıçarşı

,

Geçen bayram mail kutumu kontrol ederken beklenmedik bir tebrik mesajıyla karşılaştım. Mesaj bir ay kadar önce Kapalıçarşı keşiflerimden biri sırasında yorgun düşüp oturduğum ve beklenmedik hoşluklarla karşılandığım Bedesten Cafe & Patisserie ’den gelmişti. Uzun zamandır tattığım en lezzetli mantıyla gönlümü çelen Bedesten cafe, o günden beri benim de zaten mutlaka bloga yazmalıyım diye aklımın bir köşesinde duruyordu.

Turistlerin akın ettiği yerlerde yalnız Türkiye’de değil gezdiğim hemen hemen her ülkede güzel yemeğe denk gelememek beni her zaman üzmüştür. Bedesten cafe gerek lezzeti, gerek sunumları, gerekse temizliği ile o gün gerçekten beklentilerimi fazlasıyla karşılamıştı. Aslında annemle oturduğumuzda tek istediğimiz bir bardak çay içmek ve tuvalete girmekti ama yan masanın siparişi geldiğinde tamamıyla farklı bir yöne çekildiğimi itiraf etmeliyim. O kadar küçük bir cafede bu kadar lezzetli bir mantıyla karşılaşacağımı söyleseler asla inanmazdım.
Cep telefonumla çektiğim bu resim :) her zamanki gibi yemeğe kendimi kaptırdığım için önüme ilk geldiği anda bende uyandırdığı etkiyi size veremeyebilir ama yolunuz Kapalıçarşı’ya düşecek olursa mutlaka uğramanızı ve kendinizi kıtır kıtır kızarmış mantıya teslim etmenizi tavsiye ederim. Yemek paylaşma konusunda benim gibi bencil olanlardansanız endişe etmeyin, Cafe Bedesten’in porsiyonları oldukça doyurucu.
Lezzetli bir yemeğin ardından ben her zaman Türk kahvesini tercih etmişimdir, o gün hayatımda gördüğüm en keyifli kahve sunumlarından biri ile karşılaştım. Ucunda kırmızı püskül sallanan küçük gümüş bir tepsi içinde, su ve çikolatalı lokum ile servis edilen Türk kahvesi günün yorgunluğunu atmak için birebirdi. Bu tepsiyi nerede bulabilirim diye sorduğumda servisimizi yapan bayan kendilerinin bu ürünü sattıklarını söyledi. Türk kahvesi seven arkadaşlarınız için oldukça keyifli bir hediye olabilir, aklınızda bulunsun. Fiyatı 60 TL.


Cafe Bedesten’de salatalardan sıcak-soğuk sandviç çeşitlerine, makarnalardan mantıya kadar pek çok yemek ve atıştırmalık alternatifi bulabiliriniz. Tek derdiniz dinlenmek ve demli bir çay içmekse tatlı menüsüne göz gezdirmenizi tavsiye ederim. Fiyatları çok net hatırlayamıyorum ama turistik bir mekân için çok abartılı olmadığını da söyleyebilirim.
Cevahir Bedesteni No:143-151
KAPALIÇARŞI / BEYAZIT
Tel: +90(212) 5202250
www.cafebedesten.com


14.9.10

saçları yağlandırmayan bakım ürünleri gerçekten var mı?

,

cildimin ve saçlarımın yağlılığından sürekli şikayet ettiğimden daha önce bahsetmiştim. cilt için durumu kurtarmak biraz daha kolay gibi gözüküyor. cildinizi düzgünce temizlemek, yağlanmayı kontrol altına alan primerler kullanmak ya da en basiti burnunuzu pudralamak kısa veya uzun süreli çareler olabiliyor. saçlardaysa durum farklı. eğer durumunuz benimki gibiyse, ne kadar sık yıkarsanız o kadar çabuk yağlanma eğilimi göstermesi bir yana, saçınıza ne sürerseniz (saç kremi, şekillendiriciler vs) bunu yağ olarak geri kusuyor. bu nedenle saçınızı yağlandırmayan yan ürünler bulmak zorlaşıyor. bu yazımda sıklıkla kullandığım ve bende herhangi bir yağlanmaya yol açmayan birkaç üründen bahsedeceğim.


birincisi, avon'un kırık saç uçlarını onaran serumu. yanılmıyorsam advance techniques serisi yakın zamanda yenilendi, o yüzden bu "dry ends serum"un satışı devam ediyor mu bilmiyorum ama bulabilirseniz almanızı kesinlikle öneririm. bu serum daha ilk kullanımdan saçları yumuşacık yapıyor. ayrıca bana gerçekten saçlarımın kırılmasına da engel oluyormuş gibi geliyor. benim saçlarım yavaş uzar, o yüzden uzatmaya çalışırken uçlardan kestirmezsem ortaya feci bir görüntü çıkabiliyor. ancak saçlarımı epeydir kestirmeme rağmen uçlarının gayet sağlıklı durumda olduğunu söyleyebilirim.
ben duştan sonra saçlarım ıslakken bir fıs elime sıkıp saçlarımın uçlarına dağıtıyorum, ardından da kurutuyorum. sonuçta yumuşak ve kırılmayan saçlara kavuşuyorum! fiyatı da oldukça uygun, ben indirimden 7 tl'ye almıştım.


avon advance techniques dry serum'la dönüşümlü olarak sarıkız'ın spreyini de kullanıyorum. daha önce sarıkız'ın nemlendiricisinden memnun olduğumdan da bahsetmiştim, saç spreyi de bence gayet başarılı. duştan sonra kullanırsanız saçlarınız daha kolay açılıyor, daha kolay şekil alıyor. sarıkız'ın da avon gibi bir serumu ve saç spreyi var, ben denemedim ama annem ikisini de severek kullanıyor. fiyatlarını tam olarak bilmiyorum ancak pahalı olmadıklarını biliyorum.


üçüncüsü ise her sephora ziyaretinde üçer beşer aldığım, her çantamda birer tane yedeklediğim, bir gün sephora üretimden kaldırırsa ne yapacağımı bilemediğim kuru şampuanım. diyelim sabah evden çıkıp işe gittiniz, iş çıkışı arkadaşlarınızla buluştunuz ve akşam birinin evinde kaldınız, ertesi gün de işe gideceksiniz ama saçlarınız temiz değil. hemen sephora express dry shampoo'nuzu saçınıza sıkıyorsunuz, saçınızda kuru şampuanın beyaz, pudramsı izleri kalıyor, temiz bir havluyla bu izleri de kolaylıkla siliyorsunuz ve saçlarınız tertemiz gözüküyor! gerçekten sihir gibi bir şey, eğer çabuk yağlanan saçlarınız varsa sizin için hayat kurtarıcı bir ürün olabilir. üstelik tamamen kuru olduğu için saçınızın şeklini de bozmuyor. resimde gördüğünüz küçük boyu 13 tl, bunu ben yaklaşık 20 kez kullanabiliyorum. sephora'nın kuru şampuanının bir de 20-25 tl'lik büyük boyu var ama ben onu kullanamadım. küçük boyun aksine saçlarımı hiç temiz göstermedi, zaten içindekileri kıyasladığımda da küçük boydan farklı olduğunu gördüm. yani siyah renkli büyük boyunu önermiyorum, ancak beyaz renkli küçük boyu kesinlikle öneriyorum.

13.9.10

Seth Rogen ve James Franco'dan Marijuana Üzerine Muhteşem Bir Komedi Filmi

,

Sade vatandaşın başına gelen beklenmedik, absürd ve neredeyse olanaksız (damadın bekarlığa veda partisi için Las Vegas'a gidip damadı kaybetmek, banyoda kaplan dolapta bebek bulmak, bir gece önce tanıştığınız kadının fahişe olduğu itiraf ettikten sonra size ilan-ı aşk etmesi, CIA ajanının anılarının bulunduğu bir CDnin iki spor salonu çalışanının eline geçmesi  vs.) olayların komedisi neredeyse her zaman bir komedi filminden  beklentileri karşılamıştır. Bu temayı biraz düşündüğünüzde eminim sizin de aklınıza birçok isim gelecektir; ancak verdiğim örneklerden tahmin ettiğiniz gibi benim yakın zamanda izlediğim ve bu yazımda tanıtmaya çalışacağım Pineapple Express'e paralel bulduğum filmler The Hangover, True Romance ve Burn After Reading. Gözünüzde karşınızdakinin nasıl bir film olduğuna dair hemen bir görüntü oluştu değil mi? :) Çoğu zaman bu tahmin edilebilirlik sinema için pek hayırlı bir şey değildir ama bu türde ve bu filmde bu tahmin edilebilirlik o kadar iyi işliyor ki neredeyse sinema gibi, daha doğrusu Hollywood sineması gibi, çek-tanıt-pazarla-sat-sıradaki mantığıyla işleyen bir sektörde bile yarı-orijinal materyal ama iyi oyunculuk ve iyi anlatımla tekrar izlemeye değer bir film yapılabileceğini ikna olabiliyorsunuz. 

Pineapple Express saydığım benzerlerinden kısmen daha hassas bir temayla uğraşıyor, ya da şöyle diyelim, ana kahramanlarımızın başına ne geldiyse daha hassas bir mevzuudan, marijuanadan geliyor. Ana karakterimiz Dale (Seth Rogen) sıkıcı bir işi ve ot içtiği zamanlar hariç son derece sıkıcı bir hayatı olan, kendisi 27 yaşında olmasına rağmen 17lik liseli bir sevgilisi olan tipik bir loser'dır. Bir gün her zamanki gibi torbacısı Saul'un (James Franco) evine ot almaya gider, Saul  da en az Dale kadar yalnız ve loser bir varoluş sürmektedir. Saul, Dale'e sadece kendisinde bulunduğunu söylediği adı Pineapple Express olan bir ot satar. Dale iş icabı gittiği bir evin önünde ot içerken bir cinayete tanık olur, kafası her zamanki gibi güzel olduğundan olay mahalinden otunun izmaritini yere attıktan sonra kaçar. Tesadüf budur ki cinayeti işleyen Saul'ün satıcısı yani büyük bir uyuşturucu satıcısıdır ve iş izmaritten hem Saul'e hem Dale'e hem de Saul'ün yakın arkadaşı başka bir torbacı olan Red'e sıçrayacaktır. Bundan sonrasında da tahmin edebileceğiniz gibi insanı ekran karşısında oturduğu koltuktan yere düşürecek kadar komik olaylar silsilesi birbirini takip eder.
Film tek başına sadece hikayesi ve hikayesini beklemediğiniz kadar komik işlediği için bile aslına bakarsanız izlemeye değer; ancak iki ana oyuncusu James Franco ve Seth Rogen'ı Freaks and Geeks'ten tanıyanlar, ikilinin ekranda ne kadar büyük bir komedi potansiyeli olduğunu hatırlayacaktır. Seth Rogen inanılmaz komik, hippi, sorumsuz ve kafası her daim güzel Saul karakterini True Romance'teki Brad Pitt'in otçu karakterinden yola çıkarak kendisi için yazmasına rağmen, James Franco ile bir masa okuması yaptıklarında rolün onun için daha uygun olduğuna karar vermiş. Gerçekten de her ne kadar filmin kahramanı ve kurbanı Dale gibi görünse de filmi James Franco inanılmaz başarılı oyunculuğuyla sırtında taşıyor. Hikaye itibariyle ana karakterlerin hepsinin kafası hep güzel olduğundan komedi ister istemez diyalog olduğu kadar biraz da slapstick ağırlıklı. Çoğu zaman garanti olduğu ve çok kullanıldığı için her seyirciye hitap etmeyen bu tür, filmde özellikle de ilk yarıda, hiç göze batmıyor. İkinci yarıda gerçekçiliğin es geçilmesiyle kullanılan (yanında bomba patlayan karakterin ölmemesi vs gibi abartı sahnelerde) birkaç sahne ister istemez "yok artık" dedirtiyor ama film genel olarak o kadar komik ki ona da artık göz yumuyorsunuz.

Filmin uyuşturucu (marijuana uyuşturucu mudur değil midir, yasallaştırılmalı mı gibi meselelerle ilgili filmin iki çift lafı yok sanmayın) ağırlıklı teması nedeniyle 2001'de yazılmasına rağmen Seth Rogen Knocked Up ve 40 Year Old Virgin gibi filmlerde aktör olarak da kendine isim yapmadan stüdyolardan pek ilgi görmemiş. Bu filmlerden sonra bile asıl bütçesi 50 milyon dolar olmasına rağmen yapım şirketi ancak bunun yarısına ikna olabilmiş. Bunun gibi zorluklara rağmen film marijuana temalı olmasına rağmen dünya çapında 100 milyon dolar gişe yapmış. Filmin en orijinal diyaloglarından çoğu doğaçlama ortaya çıkmış, hatta filmin, tüm karakterler ayık olmasına rağmen en komik diyaloglarından birinin geçtiği son kafe sahnesi tamamen doğaçlama ve senaryoda bulunmayan bir sahne. Kısacası Pineapple Express hem senaryosu, hem de muhteşem oyunculuklarıyla çok başarılı bir komedi filmi. Özellikle devamlı kendini tekrarlayan romantik komedilerden, Adam Sandler filmlerinden sıkılanlar ve Freaks and Geeks'in bitişinin yasını hala tutanlar (ben tutuyorum nitekim)  mutlaka izlemeliler.

12.9.10

Sonsuza Dek Mutlu Yaşadılar

,
Bir varmış, bir yokmuş hikayelerinin en popülerleri hala Disney tekelinde "Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar" temennisiyle noktalandırılsa da, fotoğrafçı Dina Goldstein, çağdaş bir kader biçiyor masal prenseslerine. Irak'ta süregelen savaştan, günümüz kadınlarının estetik endişelerine, kanserden alkol bağımlılığına kadar masal prenseslerinin portrelerini, Fallen Princesses adlı mini projesinde, 21. yüzyıl olasılıklarına dayanarak yeniden çiziyor.





Projeyle ilgilenenler ve daha fazlasını görmek isteyenler için: http://www.fallenprincesses.com/

4.9.10

KAKA : "İsmi Lazım Değil"in Doğal Tarihi

,


Tabiri caizse "eşek kadar" olmama rağmen hala çocuk kitaplarından vazgeçebilmiş değilim, özellikle de illüstrasyon ağırlıklı olanlarından. Blogumuzun ucucaparklar mahlasıyla tanıdığı Egem Atik'in Türkçe'ye kazandırdığı, yukarıda da ön ve arka kapağını gördüğünüz Nicola Davies'in Poo: A Natural History of the Unmentionable da en başından beri malum konusu ve adı dolayısıyla beni çok güldürmüş ve meraklandırmıştı. Sonunda bu alışılmışın dışındaki çocuk kitabı Kaka: "İsmi Lazım Değil"in Doğal Tarihi ismiyle bu ay içinde Can Çocuk'un Meraklı Kitaplar serisinden çıkıyor.
20li yaşlardaki çoğunluk gibi benim de çocuk kitabı deyince aklıma ilk gelenler (ve de en sevdiklerim) Pıtırcık serisi, Küçük Prens, Charlie'nin Çikolata Fabrikası gibi isimler, yani hayal gücü sınırsız, afacan ve tabi ki metinleriyle olduğu kadar resimlendirmeleriyle de öne çıkan klasikler. 8-11 yaş grubu için düşünülmüş Kaka, henüz bir klasik değil ama adı ve konusu ile çok orijinal ve illüstrasyonları da resimlerden sizin de görebileceğiniz gibi şahane :)

Kaka: "İsmi Lazım Değil"in Doğal Tarihi
, kaka hakkında bilgi verme ağırlıklı bir doğa-çevre kitabı, yani kurgu değil ve bir kitapta şimdiye kadar gördüğünüz en istem-dışı komik olan "Cıvık Cıvık Mı Lop Lop Mu?", "Gökkuşağı Kakalar" gibi bazı alt başlıklardan oluşuyor. Bu komik durum kitabın komedi odaklı olduğunu düşündürmesin, tam tersine Kaka okuyacağınız en bilgi ağırlıklı çocuk kitaplarından biri. Hayvanlar ve doğa arasındaki ilişkiyi, besin zincirini, vahşi doğayı ve en önemlisi geri dönüşüm kavramını ne çok öğretici ne de çok eğlenceli bir dille anlatıyor. Konusundan sonra en çok destek aldığı tarafı da seçtiği dili zaten. Dilinin sadeliği ve yine özgün kelime oyunları ve şakalarıyla normal şartlar altında National Geographic'te okuyacağınız konuları size ciddi bir şeyden bahsettiğini çaktırmadan işliyor. Hedeflediği yaş grubu itibariyle de en büyük başarısı ve albenisi de bence bu olacaktır. Çocuklarına, eş dost akraba çocuklarına eğlenceli ve öğretici kitap arayanlar, yeni jenerasyona "cool" gözükmek isteyenler, Kaka: "İsmi Lazım Değil"in Doğal Tarihi'ni es geçmesinler, ismi Kaka olan bir kitabı hediye ettiğiniz çocuğun gözünde eminim ki yeriniz bir başka olacaktır :)
 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates