30.8.10

Ege ve Ayvalık’ta Kış Hazırlıkları

,
Her sene bu aylarda bizim ailenin kadınları kendilerini kış hazırlıklarına adarlar. Barbunyalar, bamyalar, bezelyeler ayıklanıp paketlenir, pazardan torba torba alınan kıpkırmızı domateslerden salçalar hazırlanır, çilek ve vişne reçelleri, kayısı ve erik marmelatlarının en güzelleri yapılıp raflarda eksilen stoklarının ardında yerlerini alırlar. Pastırma yapımı babama, tarhana, mantı ve erişte yapımı gibi daha zorlu hazırlıklar aile büyüklerine aittir. Ben ise bu seneye kadar hep işin kolayına kaçıp sivribiber, patlıcan, nane kurutma görevlerini üstleniyordum. :)





Bu sene kendimi biraz daha geliştirmeye ve kendi reçellerimi yapmaya karar verdim. Bu iş için bana her sorumu cevaplayabilecek ve anneme telefon açmadan salçadan yoğurt yapımına kadar her konuda rehberlik edebilecek bir kitap gerekliydi. Paşabahçe’de kendimi kaybettiğim bir günde Arzu ve Erkan Acurol’un hazırladığı, ‘Ege ve Ayvalık’ta Kış Hazırlıkları’ adlı kitap ile karşılaştım. Kitabın sayfa tasarımları, düzenlemesi, anlatımı ve özellikle Arzu hanım tarafından çekilen görselleri çok başarılı. Zaten elinize alır almaz öncelikle her tarifin resimlendiğini görüyorsunuz ve bu size hazırladığınız tariflerin sonuçlarını gözünüzde canlandırma fırsatı sunuyor.

Ege ve Ayvalık’ta Kış Hazırlıkları, sadece bir tarif kitabı olarak düşünülmemeli, kitabın yazarı Erkan Acurol bize aslında yaza ait en lezzetli sebze ve meyveleri kış aylarına nasıl saklayabileceğimizi ve hangi şekillerde sağlıkla tüketebileceğimizi anlatıyor. Sağlıklı beslenmenin altın kuralı, mevsiminde yeme alışkanlığını Akdeniz mutfağının önde gelen lezzetleri ile birleştirerek sofralarımıza ve benim özellikle Pazar kahvaltılarıma lezzet katıyor.

Kitapta ayrıca Aşure geleneğimiz ve tarifi hakkında aradığınız her şeyi, en eski Türk içeceklerinden Boza’yı ve anneannemi bile kıskandıracak Kayseri mantısı tarifini bulabilirsiniz.
İnkılap Kitapevi, 25 TL (D&R fiyatı)

Kitapta bulunan konu başlıkları:

  • Tarhana yapımı ve çeşitleri
  • Konserve yapımı ve çeşitleri
  • Sebzelerin kurutulması
  • Meyvelerin kurutulması
  • Zeytin ile yapılan özel tat tarifleri
  • Turşu yapımı ve çeşitleri
  • Salça yapımı ve çeşitleri
  • Gün kurusu domates yapımı
  • Salamura yaprak yapımı
  • Pestil yapımı
  • Pekmez yapımı
  • Sirke yapımı
  • Süt ürünleri ve çeşitleri yapımı
  • Et ve balık ürünleri ile yapılan kış hazırlıkları
  • Evde mantı, makarna ve erişte yapımı
  • Reçel yapımı
  • Marmelat yapımı
  • Boza yapımı
  • Aşure yapımı
  • Evde likör yapımı
Sakızlı Elma Reçeli

Malzemeler
2 kg golden elma
1,5 kg şeker
3 bardak su
1 adet limon
1 parça damla sakızı

Hazırlanışı
Reçel yaparken mutlaka tahta kaşık kullanın. Su ile şekeri geniş bir tencerede kısık ateşte kaynamaya bırakın. Bu arada elmaların kabuklarını soyun. Rendenin iri kısmıyla rendeleyin ya da küp küp doğrayın. Bu işlemleri yaparken hızlı davranın ki elmalar kararmasın. Şerbet kaynadığı zaman elmaları içine atın. Çok küçük bir parça damla sakızını havanda dövün. (Fazla damla sakızı koyarsanız tadı acı olur). Reçel kıvamına gelip ağdalaşmaya başladığında limon suyunu ekleyin. Ateşten almadan önce toz haline getirilmiş damla sakızını ilave edin. Soğumadan kavanozlara doldurun. Bir gece kapağı açık olarak bekletin. Sabah kapağını sıkıca kapatın.

***Reçel tarifi ‘Ege ve Ayvalık’ta Kış Hazırlıkları’ adlı kitaptan alınmıştır. İsimli fotoğraflar Arzu Acurola diğerleri bizim buzdolabına aittir. Daha fazla tarif için yesilmutfak.blogcu.com'u da takip edebilirsiniz.

26.8.10

Cadının Seyir Defteri: Hocus Pocus

,


Yazıyı okumadan önce yukardaki videoyu izlerseniz, nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlayabilirsiniz. Tahmininiz doğru: Uçan süpürgede dolaşıp da büyülü şarkısını söyleyen cadı Sarah Jessica Parker'dan başkası değil. Cadının Seyir Defteri'nin bu yazısında ele alacağım film Hocus Pocus'un tek ağır topu da sadece Parker değil. Bette Middler filmi götüren ana karakterken, yönetmen koltuğunda da High School Musical'dan tanıdığımız Kenny Ortega oturuyor.

Hocus Pocus bir Disney filmi, dolayısıyla da bir çocuk filmi. Fakat hemen burun kıvırmayın. Disney'in "nerede o eski günler" dediğimiz zamanlarından kalma bu film, 90'lar korku filmi ruhunu çocuklar için yumuşatıp, Halloween coşkusunu da tam gaz verince nur topu gibi bir yetişkin filmi olarak da izlenebiliyor. Filmde, Bette Middler'ın mükemmel performansının abartılı bir makyajla geri plana atılması gibi pek çok kusur bulunabilecek olsa da, filmin hedef kitlesinin aslında çocuklar olduğunu hatırlamakta fayda var. Dolayısıyla eleştiri listesini bağıra çağıra okuyan içimdeki ukala yetişkini susturup, işin süpürgeyle uçma, kazanda iksir yapma, kedilerle konuşma gibi taraflarına hayran kalan 10 yaşındaki kızı dinleyeceğim.

Filmin hikayesi bir Salem efsanesine dayanıyor. Evvel zaman içinde, 300 yıl önce, Salem'in üç kötü cadısı Winnie Sanderson (Bette Midler), Sarah Sanderson (Sarah Jessica Parker) ve Mary Sanderson ( Kathy Najimy), köylüler tarafından yakalanıp asılıyorlar, çünkü bu üç cadı genç ve güzel kalabilmek için çocukların ruhlarını emiyorlar. Fakat köylüler tarafından asılmadan önce yaptıkları büyüye göre, eğer gök yüzünde dolunay olan bir Cadılar Bayramı'nda kara alevli mumu bir bakir yakarsa dünyaya geri gelecekler. Nitekim, 300 yıl sonra Salem'e yeni taşınan ve "cadı saçmalıkları"na inanmayan Max Dennison (Omri Katz) hoşlandığı kız Allison'a (Vinessa Shaw) hava atmak için mumu yakıyor ve büyü gerçekleşiyor. Şimdi Sanderson kardeşlerin tek yapması gereken, Halloween gecesinde ruhunu emebilecekleri küçük bir çocuk bulmak. Max, Allison ve Max'in kız kardeşi Dani (Thora Birch) ellerinde büyü kitabı ve yanlarında konuşan kedi Binx ile Salem sokaklarında insanları uyarmaya ve canlarını kurtarmaya çalışıyorlar.

Filmi ilk izlediğimde 12 yaşındaydım. Dolayısıyla filme hayran kalmış, yıllar yılı cadıların çocukları büyülemek için söyledikleri Come Little Children şarkısını tekrar edip durmuştum. Tam on bir yıl sonra yeniden izlediğimde de, en az çocukken izlediğimde olduğu kadar sevindim, bütün gün Mecidiyeköy sokaklarında Come Little Children diye diye gezdim. Filmin 90'lar ruhunu taşıyan korkulu havası da kuşkusuz benim yıllar sonra bile filmi bu kadar sevmemde büyük rol oynuyor. Bette Middler'ın performansı görülmeye değecek nitelikte. Bette Middler'ın filmdeki efsane "I Put A Spell On You" sahnesi görülmeye, tekrar tekrar izlenmeye değer. Dani'yi oynayan Thora Birch ise o dönemin Dakota Fanning'iymiş desem yerinde olur.

Lafı fazla uzatmadan, Disney'in o eski güzel zamanlarından kalma, uçan süpürgeli, konuşan kara kedili, kazanda iksir hazırlamalı bir film izleyip de mutlu olmak istiyorsanız Hocus Pocus bütün beklentilerinizi karşılayacak.

20.8.10

ucucaparklar'ın sırt çantası: stockholm

,
sırt çantası yazılarına bir süredir ara vermiştim, stockholm'le bir dönüş yapayım dedim. stockholm'e eylül 2007'de gitmiş ve bir hafta kalmıştım, yalnız bozulan eski bilgisayarımla birlikte çektiğim fotoğrafları da kaybetmiştim. neyse ki yanına gittiğim arkadaşlarımdan can'ın çektiklerini cd'ye aktarmışım. fotoğrafların çoğu can'dan, bir kısmı da wikipedia'dan.

nereleri görmeli?

djurgarden ve nordiska müzesi
djurgarden stockholm'ün en güzel adalarından biri. şehir zaten tümüyle yemyeşil, djurgarden'ınsa tamamı kocaman bir park gibi. bu geniş yeşil alanın içinde stockholm'ün tarihi binalarından bazıları yer alıyor. eğer benim gibi kısa süre kalacaksanız yarım gününüzü buraya ayırarak müzeleri sıra sıra gezebilirsiniz. bence djurgarden'da mutlaka görülmesi gereken yerler vasamuseet, nordiska museet ve skansen.

vasa müzesi (vasamuseet) gezdiğim en enteresan müzelerden biri. kocaman bir binanın içine 17 yüzyıldan kalma, neredeyse tümüyle sağlam bir şekilde korunmuş bir gemi var. vasa'nın etrafına inşa edilen katları tek tek çıkarak devasa geminin tümünü oldukça yakından görebiliyorsunuz. böyle büyük ve tarihi bir gemiyi bu kadar ayrıntılı inceleme fırsatı bulmak hoş oluyor.

nordiska müzesi (nordiska museet)
için stockholm'un etnografya müzesi demek yanlış olmaz. yine çok güzel ve çok büyük olan müze binasında isveç kültürünün yüzyıllar içinde nasıl şekillendiğini görebiliyorsunuz. dönemlere göre gruplanmış ev eşyaları, kıyafetler vs. size kendinizi o zamanda hissettiriyor. kendinizi kaptırıp saatlerce gezebileceğiniz bir yer (tabi ben vakit darlığından koştura koştura bütün binayı turlamıştım).


skansen ise stockholm'de en güzel vakit geçirdiğim yerlerden biriydi. bir açık hava müzesi olan skansen'de adeta birkaç yüzyıl öncenin isveç'inde geziyormuş hissine kapılıyorsunuz. müze kurulurken isveç'in her tarafından 150 ev alınmış, ve bu evler parçalar halinde skansen'e getirilip yeniden kurulmuş. geleneksel çiftlik evlerinden fırınlara kadar her tür mekana yer verilmiş, ayrıca binaların içi de aslına uygun tasarlanmış. hatta örneğin fırına girip içerideki tarihi parçaları inceleyebiliyor, geneneksel kıyafetleri gitmiş sarı örgülü bir abladan kek satın alıp yiyebiliyosunuz, her ayrıntı düşünülmüş! skansen'in içinde bir de hayvanat bahçesi var.

gamla stan'da
"bu kadar tarih bana yetmedi" derseniz gamla stan'a uğramanızı öneririm. isveççede "eski şehir" anlamına gelen gamla stan'da güzel bir yürüyüşle stockholm'ün 13. yüzyıldan bugüne kadar korunmuş olan mimarisini, taşlı yollarını, dar sokaklarını, royal palace'ı ve stortorget meydanını görebilirsiniz.

nerede yemeli/içmeli?


stortorget demişken bu şirin meydandaki nobel müzesi manzaralı chokoladkoppen'de mis gibi bir sıcak çikolata molası verebilirsiniz.





akşam ise, oldukça hareketli olan slussen'e geçmek iyi bir tercih olur. burada müzik, fiyat ve dekorasyon açısından şahane bulduğum indigo, biranızı içip arkadaşlarınızla sohbet etmeniz için en uygun mekanlardan biri.
nasıl gitmeli?

isveç'e gitmenin en uygun yollarından biri scandanavian airlines ile uçmak. istanbul-stockholm arası direkt uçuşları var, bilet fiyatları uygun ve uçakları iyi durumda. yalnız eğer benim gibi esmer ve siyah saçlıysanız uçuş sonrasında isveç'in sapsarı kalabalığından kolaylıkla ayırt edileceğinizden havaalanında sizi durdurup "bavullarınızı arayabilir miyiz?" diyebilirler. bu elbette ki havayolu şirketinden bağımsız bir durum, ayrıca görevliler son derece kibar olduğundan sevimsiz bir durumda kalmak çok da olası değil.

bu yazıda "nerede kalmalı?" bölümü yapamıyorum, çünkü ben arkadaşlarımın yanında kalmıştım. ama stockholm'le ilgili birkaç ipucu verebilirim:

  • hava muhtemelen tahmin ettiğinizden daha soğuk olacaktır, o yüzden yanınıza hırka, sweatshirt vs. almanız iyi olur. ben eylül'de gittiğimde çoğunlukla paltoyla gezmiştim.
  • metroyla (t-bana) birçok yere ulaşmak mümkün, ancak tek bilet almak çok pahalıya geliyor. 1-3-5 veya 7 günlük kartlardan almak çok daha hesaplı oluyor. ayrıntılı bilgi için şuraya bakabilirsiniz.
  • birçok müzede sırt çantası/palto bırakmak için dolaplar oluyor, elinizde eşyalarla gezmektense onları dolaplara bırakıp rahat rahat fotoğraf çekebilirsiniz (tabi eğer fotoğraf çekmek yasak değilse!).
bir sonraki sırt çantası yazım londra üzerine olacak.

16.8.10

Inception / Başlangıç: Rüya-Gerçek-Mahremiyet, Hangisi Bizim?

,



You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream. - Edgar Allan Poe


Are you really sure that a floor can’t also be a ceiling? - M. C. Escher

Film hala gösterimde olduğundan, izlemeden film hakkında ipucu vermeyen bir yorum okumak isteyenleri uyarayım, bu yazı spoiler içeriyor, benden söylemesi :)

İlk izlediğim Nolan filmi Memento'da insan psikolojisi üzerine çok tikel fikirleri olan ve bunu filmlerinde kendince işlemek isteyen bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüştüm. Memento sonrası da yönetmenin filmlerini takip etmeye başladım, ancak kendimi "hayran" saymam Dark Knight ile başladı. Sonradan izlediğim Prestige, Following ve Insomnia ise Nolan'dan beklentilerimi giderek yükseltti ve IMDB sayfasını takip eder oldum. Kısacası Inception, yapım aşaması öncesinden beri takip ettiğim bir proje idi ve o süreçten beri, Nolan'ın konuyla ilgili ketum tavrına rağmen film ile ilgili duyduğum her gelişme, oyunculardan tutun da, yapımcısına, ele aldığı malzemeye kadar beni çok heyecanlandırdı. Peki Nolan filmografisinde ilk işlerinden beri kendini gösteren döngüsel zaman kullanımı, suç, gerçeklik, suçluluk duygusu gibi meseleleri Following'den sonra senaryosu tamamiyle kendisine ait olan ilk filmi Inception'da nasıl ele alıyor, bu meseleleri nereye taşıyor, bu yazımda biraz bunlara bakalım; biraz da filmin izleyiciye fazla bilgi yükleyen, ancak filme dair bazı temel meseleleri de kendi içinde açıklamaya değer görmeyen tavrı nedeniyle kafa karıştıran bazı kısımlarını da açıklamaya çalışalım istiyorum.

Inception, temelini Christopher Nolan'ın 16 yaşından beri kurcaladığı rüya-gerçeklik, rüya alanının paylaşılması, kötüye kullanılması gibi meselelerden alan ve üzerinde 8 yıl çalıştığı bir proje. Bu meselelerin, özellikle de gerçekliğin ne olduğu sorgulamasının Nolan'ın uzun zamandır kafasını meşgul ettiğini, Memento, Insomnia ve Following'i izleyenler hatırlayacaktır. Filmin tretmanını ilk kez 2001'de Warner Bros.'a sunan, kabul de gören Nolan, böyle bir filmi gerçekleştirmek için büyük ölçekte film çekme deneyimi edinmesi gerektiğine karar verince projeyi ertelemiş ve bu projenin aslını oluşturan suç, suçun doğası, sorumluluğu, gerçeklik, gerçekliğin sınırları gibi meseleler bu süreç içinde gerçekleştirdiği filmlere farklı hikayeleri anlatsalar da dağılmış. Dolayısıyla Inception bir bakıma bu filmografi içinde Nolan için doğal olarak gelinen bir nokta.

Film, rüyalara girip bilinçdışından fikir çalmanın mümkün olduğu alternatif bir gerçeklikte geçiyor ve filmin açılış sahnesi, bu evrende fikir hırsızlığı yapan Cobb'un rüyasıyla başlıyor. Filmin, Nolan'ın çok sevdiği döngüsel zaman kullanımını da gerçekleştirdiği tek sahnesi burası aynı zamanda. Çoğu izleyicinin kafasını karıştıran, Cobb'un rüyanın en derin katmanı olan ve Saito'yu bir "kick" ile uyandırmak için gittiği bu bölüm, filmin sonuna doğru anlamlanıyor, bu sahneden sonra da bir çeşit iş görüşmesi sayılabilecek başka bir rüyaya geçiyoruz. Film de bu rüyayla birlikte linear
anlatımına geri dönüyor, fikir hırsızı Cobb'un takım arkadaşı Arthur ile tanışıyoruz, filmin ana hikayesini oluşturan evliliği, Amerika'ya dönememesi gibi konular Cobb'un yeni işi olan, filme de adını veren Inception süreci ile başlıyor. Takımın ihtiyacı olan yeni mimar Ariadne'nin, Cobb'un babasının üniversite öğrencilerinden seçilmesi ve onun başkalarıyla rüya paylaşmayı öğrenmesi ile birlikte, izleyici olarak bizim de bazı sorularımız bu kısımda biraz açıklık kazanıyor. Filmle ilgili benim canımı sıkan kısımlardan biri de bu kısımın nasıl işlendiği. Yani bu rüyalara girme teknolojisinin Ariadne'nin sorularıyla belki biraz açıklığa kavuşabilecek, yaygın olarak uygulanıp uygulanmadığı, bilimsel olarak nasıl mümkün olabileceği gibi meselelerin, Ariadne'nin bu öğrenme sürecinde de rüyada olmasının tercih edilmesiyle es geçilmesi ve nedense tüm film boyunca yapılan şey bir tür kolektif lucid dreaming olmasına rağmen bu kavramın esamesinin bile okunmaması. Ariadne'nin soruları sırasında rüya gördüğünün farkında olmaması filmin genel rüya-gerçeklik ayırdıyla ilgili söylemeye çalıştıklarına hizmet eden bir durum ve film kendi gerçekliği içinde izleyiciye hiçbir şey açıklamak zorunda değil, ama rüyaların nasıl dizayn edildiği, katmanları, fikrin nasıl çalınacağı vs. gibi meseleler ile ilgili bu kadar çok bilgi yüklemesine maruz kaldıktan sonra izleyiciden bıraktığınız boşluklarla ilgili soru sormamasını beklemek de pek mümkün değil açıkçası.

Ariadne'nin Cobb'un iş teklifini rüyada almasıyla tanıştığımız karısı Mal, daha doğrusu Cobb'un Mal ile ilgili bilinçdışında yarattığı projeksiyon, filmle ilgili sıkıntılı bulduğum bir başka noktanın temelinde oturuyor. Film boyunca izlediğimiz, ama bence filmin yan hikayesi olan Robert Fischer'ın bilinçdışına fikir yerleştirme işlemi boyunca Cobb'un kilit altında tutmaya çalıştığı, yine Ariadne sayesinde Cobb'la olan evliliği hakkında bilgi edindiğimiz bu karakter nedense, kimin rüyasında olursak olalım karşımıza çıkan tek "bastırılmış" kişisel projeksiyon. Takımdan başka kimsenin, mimarın dizayn ettiği mekanlar hariç -ki o da kendi içinde ister istemez sorular sorduran bir mesele ama o kadar ayrıntıya girmeyeceğim- bilinçdışında bastırmaya çalıştığı ama kontrolden çıkan bir öğe ile karşılaşmıyoruz. "Filmin asıl hikayesi itibariyle diğer karakterlerin de bilinçdışlarının derinlemesine bir tasviri bizi hikayeden saptıracaktır." gibi bir açıklama yapılabilir bu durumla ilgili. Ancak, filmin kendi hikayesine hizmet edenin haricinde içinde gezindiği "dünya" hakkında bilgi vermemesi "bu dizayn edilen rüya operasyonu, insan bilinçdışında geçtiğinden doğası itibariyle bir noktada kontrolden çıkacaktır, çıkması gerekir" argümanını doğuruyor ve yine ister istemez cevapsız kalıyorsunuz, ki cevapsız kalıyor olmaktan çok bu argümanın doğuyor olması, hikayede bazı düşünülmemiş ya da göz ardı edilmiş bazı delikler olduğuna işaret ediyor.
Filmin bundan sonrası ise iç içe geçmiş, birbiri içinde geçişlerin "kick" lerle sağlandığı rüya katmanlarından oluşuyor. Her katmanın birbiri arasındaki zaman algısı farkı, her katmandaki fiziksel değişikliklerin bir alt katmanın fiziksel öğelerini değiştirmesi bence filmin kurduğu rüya dünyasıyla ilgili en başarılı etmenler. Harvard Üniversitesi'nde rüya araştırması yapan Deirdre Barret de, "rüya dünyası dışı"ndaki dünyada gerçekleşen, telefon çalması, yağmur yağması vs gibi durumların rüyaya bu şekilde eklemlendiğini, Nolan'ın bu temsilinin, filmdeki bazı yanlışlıkların aksine, çok doğru bir temsil olduğuna işaret etmiş.

İnmeyi planladıkları derinliğin sonuncusunda Fischer'ın ölümüyle başarısız olan ekip, Ariadne'nin ısrarıyla devam etme kararı alıyor ve Cobb ile Ariadne limboya iniyor. Burada Cobb, Mal'ın projeksiyonunu öldürüp "gerçekliği" seçiyor ve film en baştaki sahneye geri dönüyor. Filmin başındaki yaşlı adamın limboda yaşlanmış Saito olduğunu görüyoruz. Sonrası da malumunuz, filmin nedenini anlayamadığım bir şekilde herkesin kafayı taktığı sonu, yani takımın uçakta uyanması, Cobb'un evine, çocuklarına dönüşü, Mal'ın totemi dönerken filmin sona ermesi ve o "Şimdi bunların hepsi bir rüya mıydı?" sorusu.

Sorunun kendisini çok anlamlı bulmuyorum açıkçası, çünkü öncelikle sorunun bir cevabı yok. Totemin durup durmadığını görmüyoruz, rüya olduğuna dair tek ip ucumuz çocukların aynı kıyafetleri giyiyor olması, o da tek başına bir kanıt değil. Ayrıca bütün film boyunca Cobb'un Mal'ın totemiyle yaptığı gerçeklik denemeleri, film içinde rüyadan rüyaya "uyanmamız", Ariadne'nin Cobb'u Mal'ın gerçek olmadığına ikna etme çabalarının boşa çıkması ve daha bir sürü örnek filmin bu konuda bir cevabının olmadığının altını çizip duruyor. Filmin kendisi çok bel bağladığımız ve çok temel varsaydığımız zaman, gerçeklik ve deneyim gibi meseleler üzerine bir tür varsayımlar ve önermeler öne sürüyor ve bunları Cobb ve Mal'ın evliliği üzerinden sorgulatıyor. En mahrem alanlarınızdan biri olan, kontrolünüzün en düşük olduğu bir durumu istediği gibi yönlendirerek, burayı bir suç mahali haline getiriyor, yani Nolan'ın Following'de de yaptığı şeyi bir üst katmana taşıyor, mahremiyet alanınız üzerinden gerçekliğinizle ilgili düşüncelerinizi ölçüp tartmanızı istiyor. Filmin Following'le bu kadar örtüşmesi, hatta ana karakterlerinin isimlerinin bile aynı olması -Following'de de ana karakter bir "hırsız" ve adı Cobb- iki filmin de çok benzer şeyleri kurcaladığının göstergesi. "Bizim" sandıklarımız ne kadar bizim ve saf bir yaratım, ilham, mahremiyet mümkün mü? Sizi bilmem ama ben buradan sonra Nolan, uğraşmayı çok sevdiği her halinden belli olan bu konuları nereye taşıyacak açıkçası çok merak ediyorum :)

14.8.10

belki de hiç istemeden herkesçe sevilmeyi başaran tek arjantinli'nin ayakizlerinde adımlar

,

"Cortazar okumamış insan bir kader kurbanıdır. Eserlerini okumamak
korkunç sonuçları olan, sinsi ve ölümcül bir hastalıktır.
Hayatında hiç
şeftali tatmamış bir insanın durumu gibi.
Kişi yavaş yavaş mutsuzlaşır, farkedilir şekilde solgun görünür
ve belki de azar azar saçları dökülür."
pablo neruda

bir edebiyat öğrencisine/mezununa yapabileceğiniz en büyük kötülüklerden biri, ona en sevdiği kitabı/yazarı sormaktır. yıllar içinde o kadar iyi işler okumuş/okutturulmuştur ki ağzından en sevdiği yazarın veya kitabın adını almaya çalışmak, çocuğunu elinden almaya çalışmak gibidir. hele de mesleğini seven ve bu işi öylesine yapmayan insanlara bunu sorduğunuzda yüzlerindeki o evlat acısını andıran ifadeye tanık olmanız kaçınılmazdır.

ben de defalarca benzer durumlarda kaldıktan sonra aslında bu soruya verebileceğim bir cevap olduğunu fark ettim. evet açıkça söylüyorum: benim en sevdiğim yazar, ilk okuduğum anı ve elimde tuttuğum öykünün gerçekten var olabildiğini gördüğümde nasıl heyecanlandığımı hatırladığım, durmadan dönüp dönüp aynı heyecanla öykülerini okuyabildiğim julio cortazar.

ilk okuduğum "ele geçirilen ev" öyküsünü ders programımıza alan çok sevdiğim hocamın kapısını çalıp "hocam bu öykünün yer aldığı kitabı alabilir miyim?" dedikten sonra antonioni'nin meşhur filminin de temelinde yatan "blow up"ı uzunca bir süre elimden bırakamamıştım. bir süre sonra müpteda'nın gazına gelip koşarak can kitabevi'ni kapısından girmiş ve "'mırıldandığım öyküler'i istiyorum!" diye feryat etmiştim. sonra da sibel'in elinden cebren ve hile ile "ayakizlerinde adımlar"ı kaptım. ardından da devamı geldi elbette.

farkındaysanız cortazar'la tanışma sürecimi anlatarak yazardan ve öykülerinden bahsetmeyi geciktirmeye çalışıyorum, çünkü kendisine o kadar gönülden bağlıyım ki onun hakkında yazmak benim için çok çok zor. ama lafı daha fazla uzatmayacağım.

ayakizlerinde adımlar, arjantin'in yetiştirdiği en büyük edebiyatçılardan biri sayılan cortazar'ın kendisinin bir araya getirdiği öyküler'in yer aldığı bir kitap değil, türkiye'de yayımlanırken bazı öykülerin seçilmesiyle meydana gelmiş bir derleme. aslında bunun ne kadar "doğru" bir şey olduğu tartışılır, çünkü müpteda'nın deyimiyle " bir öykü kitabında 10 öykü varsa o kitap aslında 11 öyküden oluşur. 11.öykü, o 10 öykünün art arda sıralamasıyla ortaya çıkan bütündür". yine de cortazar, kitapları çeşitli yayınevlerine dağılmış ve yazdıklarının tümü henüz türkçe'ye çevrilmemiş bir yazar olduğundan bunu da öpüp başımıza koyuyoruz.

kitapta yer alan öykülerin konularından bahsedemeyeceğim, çünkü böyle bir "özetlemeye" imkan sağlayan öyküler değiller. ancak gözden kaçmaması gereken, defalarca okunası birkaç öyküden kısaca bahsetmek isterim. "silvia" ve "ışık değişikliği" cortazar'ın dünyasını, neyi nasıl yazdığını görmek açısından önemli öyküler. "kindberg diye bir yer" ise edebiyat ve müziği (daha çok da cazı) nasıl organik bir bağla bir araya getirdiğini, dilinin ve anlatım imkanlarının sınırsızlığını (shepp!) gösterir bize. kitap benzersiz bir öyküyle biter: charlie parker esintili "arayış", benim hem edebiyatla bakışımı hem de gerçek anlamda hayatımı değiştiren tek öyküdür. bir öykünün böyle bir gücü olduğuna inanmak ne kadar mümkün bilmiyorum ama ben inanıyorum. "arayış"ı düşününce aklımda hem bir şeyler "aşılıyor", gerçeklik algım, kurgunun sınırları yeniden belirleniyor.

neden bahsettiğimi tam olarak anlatabilmek için "arayış"tan bir bölümle bitireyim:

“Olay şu: aslında kendilerini bilgin sanıyorlar,” diyor ansızın. “Bir sürü kitabı bir araya getirerek okuyup yuttukları için kendilerini bilgin sanıyorlar. İçimden gülmek geliyor çünkü sonuç olarak hepsi de iyi çocuklar, öğrendikleri ve yaptıkları şeylerin çok derin ve zor olduğuna inanmış olarak yaşıyorlar. Bir sirkte de böyledir Bruno, aramızda da. İnsanlar bazı şeyleri, yapılabilmesi en zor şey olarak görürler, onun için de trapezcileri ya da beni alkışlarlar. Ne sanıyor bu insanlar anlamıyorum, iyi çalmak için bir müzisyenin kendini parçaladığını mı, yoksa bir trapezcinin her atlayışta kaslarını incittiğini mi? Oysa gerçekte zor şeyler bambaşka, insanların her an yapabildiklerini sandıkları şeyler bunlar. Örneğin bir köpeğe ya da bir kediye bakmak ve onları anlamak. Zorluk, büyük zorluk bunlar işte. Dün gece şu küçük aynada kendime bakmak geldi aklıma, yemin ederim sana öyle zor oldu ki, neredeyse kendimi yataktan yere atacaktım. Düşünsene, kendi kendine bakıyorsun, yalnızca bu, insanı yarım saat dehşet içinde bırakmaya yeter. Gerçekte bu adam ben değilim, ilk anda, ilk bakışta ben olmadığımı açıkça anladım, onu beklenmedik bir biçimde, bir rastlantı olarak yakalamıştım ve biliyordum ki bu ben değildim. Bunu hissediyordum ve insanın içinde böyle bir his olunca… Fakat bu Palm Beach plajındaki gibi, bir dalga çarpıyor sana, ikinci bir dalga, bir dalga daha… tam birini hissediyorsun ki öteki geliyor, yani öteki sözcükler… hayır, hayır sözcükler değil, sözcüklerin içinde olan bir tür tutkal, bir tür salya. Ve salya üstüne gelerek seni kaplıyor ve aynadakinin sen olduğuna inandırıyor seni. Doğru, ama nasıl fark etmezsin ki. Fakat doğru, bu benim, bunlar benim saçlarım, bu yara izi de benim. İnsanlar, kabul ettikleri tek şeyin salya olduğunu anlamıyorlar, bu yüzden aynaya bakmak onlara çok kolay geliyor. Ya da bir ekmek parçasını bıçakla kesmek. Sen hiç bir ekmeği bıçakla kestin mi Bruno?”

7.8.10

Bakımlı tırnaklar için, Mavala

,
Uzun yıllar tırnak yeme alışkanlığımdan vazgeçemedim. Acı oje (tadını çok severim :) ) sürmek, düzenli manikür yaptırmak, protez (porselen) tırnak taktırmak dahil tırnaklarımda kalıcı uzunluğa kavuşmak için denemediğim tedavi yöntemi kalmadı. Üstüne üstlük 6 yaşlarında başlayan tırnak yeme alışkanlığımı önce kardeşim sonra bir kuzenim de taklit etmeye başladı ve ben 20’li yaşlarda tırnak yemeyi bırakmayı başarmış olmama rağmen onlar hala bu sorunla uğraşıyorlar. Şimdi keyifle her fırsatta kırmızı kırmızı boyadığım tırnaklarım benim de aşağıda gördüğünüz resimden beterdi.

İşi öyle abartmıştım ki tüm parmaklarım yarısına kadar yenmiş, geriye ince bir tırnak katmanı kalmıştı ve etrafını saran yaralar yüzünden elimi sürekli gizlemek zorunda kalıyordum. Bir gün hiç unutmuyorum ellerimden o kadar utanmıştım ki birileri görür diye otobüste direğe tutunamamıştım. Zaten ellerime dikkati çeker diye yüzük falan da takmazdım, böyle başkalarına bakıp bakıp imrenir ama saçma bir şekilde tırnak yemekten de vazgeçemezdim. Bir de tırnak yeme anı dışarıdan o kadar kötü görünür ki böyle ben bile uzun süre tırnak yemiş biri olmama rağmen görüntüden çok rahatsız oluyorum.

Bir gün erkek arkadaşımın beğenmediği tek yerimin tırnaklarım olduğunu ve onları düzeltene kadar evlenme teklif etmeyeceğini söylemesi üzerine kendimi toparlamaya karar verdim. Onun bu konuda bana desteği, her gördüğünde uyarması ve üzerine çok sevdiğim bir arkadaşımın Mavala tırnak bakım ürünlerini önermesi ile 3 ay gibi kısa bir sürede tırnaklarımı kontrol altına aldım.

Bazıları için 3 ay çok uzun bir süre gibi görünebilir ama hatırlatmamda fayda var ki benim gibi uzun süredir tırnak yiyen kişilerin tırnakları ne yazık ki diğer kişilerde olduğu gibi sert ve düzgün çıkmıyor. Tırnakların ete yapışması da 1-2 seneyi bulabiliyor. Bu yüzden aşağıdaki ürünleri sabırla, düzenli olarak kullanmak ve mümkünse manikür yaptırarak tırnağın düzgün uzamasını sağlamak çok önemli. Gerçekten tanıdığım tanımadığım tırnak yiyen birilerini ne zaman görsem bu ürünleri şiddetle öneriyorum. Siz de eminim Mavala’nın tırnak bakım ürünlerinden benim gibi çok memnun kalacak ve varsa tırnak yeme sorununuzu birkaç sene içinde kökten çözeceksiniz.
MAVALA SCIENTIFIQUE (Tırnak serleştirici oje)
Tırnağın zarar görmeye en müsait yeri uç kısmıdır. Tırnak yiyenler için sorun daha çok soyulan tırnak ucu iken, pek çok kişi de çatlayan tırnaklarından yakınır. Mavala Scientifique, hem tırnakları sertleştirir hem de sağlıkla uzaması için tırnak tabanını besler. Tırnak etlerini sertleştirmemesi için etlere değdirilmeden sürülmesi önerilir. Oje üzerinden sürüldüğünde de etki ettiği söylenilse de ben temiz tırnağa sürmenizi öneririm. Kullanılmaya başlandığı ilk aylarda tırnak yapısı kendini toparlayana kadar haftada iki, daha sonra isteğe göre ayda iki üç uygulama yapılmalıdır. Scientifique’in en güzel özelliklerinden biri sürüldüğünde birkaç saniye içinde tamamen emilmesi. Bu sayede çok etkili tırnak sertleştiricisini sadece bayanlar değil, erkekler de gönül rahatlığıyla kullanabilirler. 38 TL

MAVALA NAIL SHIELD (Tırnak kalkanı)

Tek yaşamanın en büyük zorluğu tüm ev işinin benim üzerime kalması. Bir türlü edinemediğim eldiven takma alışkanlığım yüzünden de tüm sıkıntıyı ellerim ve dolayısıyla sürekli deterjanla temas eden tırnaklarım çekiyor. Bu konuda en büyük kurtarıcım Mavala’nın vazgeçemediğim ikinci ürünü Nail Shield. İki adımda uygulanan bu ürünün bir numaralı ojesini tırnak yüzeyine bir kat sürmek yeterli. Oje kuruduğunda belirginleşen minik naylon lifler sayesinde tırnağınız uzarken darbelere ve kimyasal ürünlere karşı koruma altına alınmış oluyor. Bu ilk katman rakı beyazı renginde ve hafif pütürlü, ikinci ojenin sürülmesiyle tırnağınız eski ten rengine ve pürüzsüz yüzeyine kavuşuyor. Tırnak kalkanını kullandıktan sonra üzerine istediğiniz herhangi bir ojeyi de kullanabilirsiniz. Erkekler uygulanması Scientifique’e kıyasla biraz daha uğraştırıcı olan bu ürünü renksiz olduğu için gene gönül rahatlığıyla kullanabilirler. 50 TL

CUTICLE CREAM (Tırnak eti kremi)
Tırnak yemek gibi bir diğer kötü alışkanlık da tırnağı çevreleyen eti kemirmektir. Tırnağınız istediği kadar sağlıklı olsun, çevresi yaralarla dolu olduktan sonra ojeniz tırnağınızda gene hoş durmayacaktır. Benim bu konuda herhangi bir sorunum yoktu ama Mavala beni ürün kalitesiyle o kadar gaza getirdi ki kendimi serinin diğer bakım ürünlerinden almaktan alıkoyamadım. Cuticle Cream, bakımlı ve çekici bir görünüm elde etmek için, tırnağı çevreleyen dokuya ihtiyacı olan tüm bakımı uyguluyor. Özellikle tırnak dibi ve çevresine masaj yaparak uyguladığınız ürünü birkaç dakika bekledikten sonra tırnak etlerinizi kutuda kremle beraber satılan tahta çubuk yardımıyla yumuşakça geri iterek daha hoş bir görünüm elde edebilirsiniz. Bu pratik ürünü maniküre para ya da zaman ayıramayan bayanlar özellikle tercih etmeliler. Cuticle Cream’i isterseniz sadece tırnak etlerinize bakım yapmak için tırnağınız ojeliyken de kullanabilirsiniz. 25 TL

CUTICLE REMOVER (Tırnak eti çıkarıcı)
Şeytan tırnaklarından zaman zaman hepimiz şikâyetçi olmuşuzdur. Cuticle Remover, hassaslaşan ve bozuk yapıya sahip tırnak etlerini onarmak, onları şekle sokmak için kullanılabilecek etkili bir ürün. Tüm oje kalıntıları temizlendikten sonra tırnak etlerine bir kat halinde sürerek kremi uygulayabilir, ardından fazla uzayan tırnak etlerini gene kutudan çıkan tahta çubukla geri iterek tırnağınızı evde kendiniz de bakıma alabilirsiniz. Kalıcı bir etki için haftada bir kullanımı önerilmektedir. 25 TL

Mavala’nın tırnak bakımı için farklı birçok ürünü var, ben sadece kendi kullandığım ve sonucundan emin olduğum ürünleri sizlerle paylaşıyorum.

*Tırnak bakımı konusunda profesyonel olmayan kişiler, tırnak yapısını bozabilecekleri ve tırnağın bombeli ve girintili uzamasına sebep olabilecekleri için metal alet kullanmaktan kaçınmalıdırlar.
** Son zamanlarda manikür salonlarında da kullanımı tercih edilen, doğal malzemelerden yapılmış yumuşak törpüleri kullanmaya özen göstermek tırnaklarda sert törpülenmeden oluşabilecek mikro çatlakları önlemek için de önemlidir. Mavala’nın yumuşak törpülerine göz atmakta fayda var. (paket,17 TL)

*** Ayrıntılı bilgi için www. mavala.com’u ziyaret edebilir, tüm ürünleri seçkin eczanelerden ve manikür salonlarından satın alabilirsiniz.

6.8.10

Türk Dizileri Mehter Marşı Gibi: İki İleri, Bir Geri

,

Malum, dizi uyarlamalarına bayılıyoruz. Batı televizyonlarında, ki Batı'dan kastım genellikle Amerika oluyor tabii, çok tutulan dizileri, söz konusu diziler 4. ya da 5. sezondayken, hatta bazen toptan bitmişken alıp, evirip çevirip, kendimize göre yontup biçip tabiri caizse "Türkleştirip" temcit pilavı misali sunuyoruz Türk izleyicisinin karşısına. Bu çok nadiren başarılı örneklere imza atılmasına yol açsa da - Bir Kadın Bir Erkek bunun güzel örneklerinden biri-, genellikle komik ve absürd işlerin ortaya çıkmasına yol açıyor: Grey's Anatomy dizisinin, Show Tv ekranlarında yayınlanan Doktorlar uyarlaması bunlardan biri. Doktorlar dizisi sayesinde Aysun Kayacı'yı doktor olarak görme "şansına" sahip olmamız yanı sıra, bence dizinin en mükemmel oyuncu seçimi Kutsi'ydi ki, bu seçim benim Doktorlar dizisine uzunca bir süre "Kutsi'nin Anatomisi" dememe sebep oldu.

Liste tabii uzayıp gidiyor. Kavak Yelleri'nin halis bir Dawson's Creek olarak ortaya çıkıp kendi yolunda ilerlemesi, yıllarca mutlulukla izlediğimiz Sabrina The Teenage Witch'in korkunç bir uyarlamayla Tatlı Cadı olarak karşımıza çıkması, The Nanny dizisinin Dadı adı altında Gülben Ergen'le şaşırtıcı şekilde başarılı bir versiyonunun yapılması, Sex And The City'nin Deniz Akkaya'lı kabus bir uyarlamasının çekilmesi ve son örneklerden birisi olarak da Gossip Girl'ün Küçük Sırlar adı altında fırına verilmesi...

Yabancı memleketlerdeki dizileri alıp da yeniden uyarlamak sadece bize has bir şey değil tabii ki. Bizim bizzat taklit ettiğimiz Amerikan televizyonları da sıklıkla yapıyor benzer bir "araklamayı". Misal, Bolahenk Sokak'ta incelediğimiz Skins'in Amerikan versiyonunun çekilmekte olduğundan da bahsetmiştik daha önce. Tutan güzel işlerden etkilenilebilir,bunlar çeşitlendirilip yeni yeni versiyonlarla izleyicilere sunulabilir. Böyle bir fikir paylaşımı, fikir yararlanılması ya da fikir araklaması, ne derseniz deyin, çok da büyük bir mesele değil. Bence esas mesele ve bu meselenin bizim için problemli kısmı, bizim bu dizileri nasıl Türkleştirdiğimiz mevzusunda ortaya çıkıyor.


Şu sıralar TV ile fazla haşır neşir olduğumdan gündüz kuşağında verilen dizileri izleme şansı buldum. Örneğin içinde bulunduğumuz yaz günlerinde, Doktorlar yeniden gösterimde. Doktorlar'ın temellerini aldığı Grey's Anatomy dizisini fazla izlemişliğim yok. İlk birkaç bölüme baktıktan sonra, sıkı bir House M.D fanı olarak, diziyi fazla aşklı meşkli bulup izlemekten vazgeçtim. Fakat ilk birkaç bölümde de, ana karakter Meredith'in kendi alanında çok ünlü bir cerrah olan annesinin alzheimer olduğunu öğrenmeme yetecek kadar izlemiş bulundum. Doktorlar uyarlamasına baktığımda Meredith'in Türk karşılığı olan Ela karakterinin ünlü cerrah olan ebeveyninin anneden babaya dönüştürülmüş olduğunu dehşet içinde fark ettim. Benzer şekilde, dizinin fanları yanlışsam beni düzeltsin lütfen, Meredith ilk bölümde esas doktorumuzla barda tanışıp tek gecelik bir ilişki yaşıyor, ardından da onun aslında birlikte çalışacağı önemli doktorlardan birisi olduğunu öğreniyordu, değil mi? Doktorlar'da ne oluyor? Ela, esas adamımız Kutsi'yle (karakterin adı Doktor Levent ama ben inatla Kutsi demekte ısrarcıyım) takside tanışıyor, Kutsi bir çift flörtöz laf edince Ela da namuslu bir kız olduğundan Kutsi'yi taksiden atıp arkasından da "Hödük" diye bağırıyor. Devam edelim...

Son örneklerden biri olan Küçük Sırlar, karakterlerden Chuck'ın adı Çet'e, Serena'nın adı Su'ya dönüştürülecek kadar sadık kalmış ana senaryoya. Güya... Gossip Girl'ü hatırlayalım hep birlikte. Durum neydi? Dan'in babası fakir, Serena'nın annesi zengindi ve Serena'nın annesi Lilly sürekli Dan'in babası Rufus'a maddi açıdan yardım edebilmek için iş teklifleri götürüyordu, değil mi? Küçük Sırlar'da nasıl sizce? Tabii ki Dan'in fakir babası Rufus, olmuş size bir anne. Serena'nın zengin babası da olmuş size Su'nun zengin babası. Yani zengin adam, fakir kadına iş teklifleriyle yardım etmeye çalışıyor. Aksi düşünülebilir miydi? Zengin kadın fakir adama yardım ediyor olabilir miydi? Tabii ki hayır. Bizim coğrafyamızda kadın erkeğe maddi olarak yardım edebilir mi? Ayıptır, günahtır. Tabii ki etmez, adam kabul etmez. Bizim adamlarımız öyle Amerika'nın Rufus'u gibi, kılıbık değildir ne de olsa... Dolayısıyla biz Türk izleyicisine uygun görülen de yeniden başlatılan Çocuklar Duymasın işkencesinde olduğu gibi, taş fırın erkeği Haluk'tur. Buyuralım hep beraber seve seve izleyelim şimdi.


Dawson's Creek'e köklerini dayandırarak başlamış Kavak Yelleri'ne bakalım şimdi. Ben orada, Dawson's Creek'teki gibi bir Jack göremiyorum. Gören varsa söylesin... Jack'in gay oluşu, tabii cızz, en büyük tabumuz. Bir gençlik dizisinde nasıl yaratılır öyle bir karakter? Bir ara ben de dahil olmak üzere bir çoğumuzun bayıla bayıla izlediği Kampüsistan vardı, bilmem hatırlar mısınız? Orada süper bir gay karakter yaratmışlardı. "Vay be" demiştim, "helal olsun". Sonra ne oldu? O gay çocuğu alıp, bir tane kızla evlendirdiler. Çocuğa kendi çaplarınca, doğru yolu buldurmuş oldular. Alkış... Şimdi bir zamanların başka bir efsane dizisi Bir İstanbul Masalı'nı hatırlayalım. Orada ana karakter Selim'in süper bir arkadaşı vardı. Sonra o arkadaş gelip Selim'e gay olduğunu itiraf etmişti. Hatırladık mı? Sonra ne oldu? Bir daha onun gay olmasının sözü açıldı mı? Öyle bir konuşma sahnesi hiç olmamış, o adamın hiçbir özel hayatı yokmuş gibi devam ettirildi dizi. Bir tesadüf sonucu öğrendiğime göre, dizinin senaristlerine yönetimden uyarı geldiğinden, meselenin üzeri kapatılmış. Yine alkış...

Annemin bayıla bayıla izlediği dizilerden Melekler Korusun'da da tüylerimi diken diken eden başka bir örnek var. İçinde tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan bir kız, İstanbul'a her şeyi göze alarak geliyor, annesi de kızını koruyup kollamak için peşinden İstanbul'a taşınıyor. Fakat bu dizinin finali nasıl oluyor? Bu kızcağız evlendi, hatta evlenmekle kalmadı, şimdi bir de bebek doğurdu. İnsaf diyorum. Bu nasıl bir gençlik dizisi? Sene kaç? Bu mudur kıza biçilen kader?

Bir Kadın Bir Erkek'in muhteşem cüretkarlığı ya da Aşk-ı Memnu'nun son versiyonunun, orijinal kitapta olduğu gibi, Bihter'in intiharı ve Behlül'ün Nihal'le nikahıyla son verilmemesi; diğer bir deyişle suçun tüm ağırlığının sadece kadının sırtına yüklenmemesinin sağlanması gibi örnekler azıcık da olsa keyfimin yerine gelmesini sağlıyordu. "Hah," diyordum, "bizde de bir şeyler değişiyor, artık korkularımızdan arınıyoruz, televizyon özgürleşiyor, cinsellik tabu olmaktan çıkmaya başlıyor," vs... Halbuki yukarda saydığım diğer örnekler ve nicelerini düşündükçe yine içim kararıyor, Türk televizyonları kendi Orta Çağ'larının içinde sonsuza dek kalacaklar gibi korkunç bir kuşkuya düşüyorum.

Gossip Girl'ü, The Nanny'i, Grey's Anatomy'i uyarlamak, yontmak biçmek kolay. Tavsiyem "kolaysa" House M.D uyarlaması yapmaları. Ya da daha da iyisi, biz izleyiciler olarak True Blood'ı Hakiki Kan olarak izlemek istiyoruz. Talebimiz budur... Artık Jason'ı hacı, La Fayette'i beyaz bir kadın mı yaparsınız o kadarını yapımcı ve senaristlerin yaratıcılığına bırakıyorum. Ne de olsa bu alanda muhtaç oldukları yaratıcılık, damarlarındaki sansür ruhunda gizli...

4.8.10

True Blood 3. Sezonuyla Küçük Ekranı Sallamaya Devam Ediyor

,

Yazıma başlamadan önce diziyi izlemeyen ama başlamayı düşünenleri, ya da bölüm bölüm takip etmeyenleri uyarayım, eğer spoilerlardan hoşlanmıyorsanız okumamanız daha hayırlı olacaktır.

Vampir temalı kitapların, dizilerin, filmlerin popülerliğinin farkında olmamak malumunuz mümkün değil, her şey Twilight ile kontrolden çıktı gibi görünse de bu vampirlerin ne edebiyatta ne de sinema-televizyondaki ilk yükselişi aslında. 90ların sonundaki Cnbc-e'nin altın dönemine yetişmiş olanlar TV'deki Buffy the Vampire Slayer çılgınlığını hatırlarlar. Joss Whedon'un yaratıcısı olup 6 sezonluk TV macerasına şekil verdiği, şimdi de çizgi romanlarıyla devam ettirdiği bu proje kült olmakla kalmadı, dünyanın her yerinde çok büyük ilgi de gördü, hala da Amerika'da convention'ları yapılmaya devam ediyor. Buffy ve Angel'ın bitişi vampir furyasının önünü sadece birkaç seneliğine kesti, 2005'te Twilight yayınlandı, 2008'te sinemaya uyarlandı ve aynı senenin yazında True Blood ilk sezonuyla HBO'da yayınlanmaya başladı. Her şeyi böyle bir kronolojiye dizince bugünlerde özellikle de Amerika'da tartışılıp duran bu furyanın nasıl bu kadar büyüdüğü sorusunun ne kadar anlamsız olduğuna inanamıyor insan değil mi? :) Vampirler hep buradaydılar kısacası ve daha da pek bir yere gidecek gibi durmuyorlarken bize düşen (ya da elimizden gelen) bu projeler arasından kendimize görenini seçip tadını çıkarmaya bakmak. Bunların arasından daha yetişkin bir kesime hitap eden ve çağdaşları & rakipleri gibi bir roman serisi uyarlaması olan True Blood neden zeki ve kaliteli bir proje, neden izlemelisiniz, ve dizinin 3. sezonunda bizi neler bekliyor, bu yazımda dizinin çok büyük bir hayranı olarak biraz bunlardan bahsetmeye çalışacağım.

True Blood Amerika'nın kablolu TV kanallarından biri olan HBO için Alan Ball'un yarattığı ve prodüktörlüğünü yaptığı bir proje. CVsinde American Beauty, Six Feet Under gibi çok ödüllü, çok başarılı projelerin bulunduğu Ball, endüstri içinde başarı garantisi veren isimlerden biri. Dizinin başrol oyuncusu Anna Paquin'in hakkında "İsmini dosyanın üzerinde görmek bile projeyi kabul etmek için yeterliydi." dediği Ball dizinin uyarlandığı Charlain Harris'in The Southern Vampire Mysteries serisinin TV'ye bu kadar zekice aktarılmasından da sorumlu aynı zamanda. Dizinin, diğer vampir dizileri ve filmleri gibi vıcık romantizme odaklanmadan Harris'in mitolojisine, kendi fantastik dünyasındaki güç, politika, din ilişkilerine de geniş yer ayırması onu diğerlerinden öne çıkarıyor. True Blood dünyasında her fantastik mite yer var, kurt adamlardan tutun shape shifterlara hatta Yunan mitolojisinden tanrılara kadar hem de. Ve bu mitlerin hiçbiri kendini tekrarlamıyor, stereotype'a dönüşmüyor, ya da ana hikayeye hizmet etmiyor, her küçük detay, karakter en az başroldekiler kadar önemli. Fantastik literatürde şimdiye kadar işlenmiş her konuyu tekrar işlemesine rağmen, bunu kendine has agresif, cinsel ve son derece komik tonuyla yaptığı ve sınır tanımadığı için Buffy'den sonra vampir temasını işleyerek çok katmanlılığı yakalamış tek proje aynı zamanda.

Nasıl Buffy, İngiliz aristokrat gözetmenlerin yönlendirdiği bir kadının, domestik şiddet, ayrımcılık, cinsiyetçilik gibi meselelerin ve daha birçoğunun yanı sıra bu gözetmenlerle de mücadelesini fantastik bir dekorda işleyen son derece politik ve feminist bir proje idiyse, True Blood'ın da kendi fantastik dünyası içinde söyledikleri asla yakışıklı vampir çocuk-çirkin insan kız aşkı ile sınırlı değil. Vampirlerin insan dünyasına varlıklarını ilan etmeleri, azınlık olarak haklarını istemeleri, buna rağmen kendi içlerinde monarşik bir düzeni devam ettirmelerinden tutun da, kilisenin vampirler karşısındaki şimdiki Evangelist kiliseyi çok andıran örgütlenmesine kadar dizide işlenen her mesele göründüğünden çok daha fazlasını söylüyor aslında. Ana karakterlerden sezon boyunca sadece 3 bölümde görünenlerine kadar hepsi çok ayrıntılı bir psikolojik arka planla sunuluyor ve tüm bu çok ciddi içeriğe ve karakterlerin hayatlarındaki dramatik öğelere rağmen çok başarılı bir komedi de söz konusu dizide. Diziyi yakından takip edenler 3. sezondaki Franklin ve Talbod karakterleri üzerinden giden histerik & karikatürize durumları, 3 sezondur Jason'ın maceraları, Arlene, LaFayette ve Terry'nin varoluşları itibariyle diziye çok özgün bir komedi getirdikleri konusunda bana hak vereceklerdir.

Peki diziyi 3. sezonda neler bekliyor? Dizi ekibinin Alan Ball ile birlikte katıldığı San Diego'daki Comic Con'daki röportajlardan edinilebilecek bilgiler şöyle; (spoiler konusunda son uyarı:) )
  • Dizinin ilk bölümünde Bill'in Sookie'ye sorduğu "What are you?" sorusunun cevabını Alan Ball bu sezonda alacağımızı söylüyor. Geçen sezon Sookie'nin Marryann ile olan karşılaşmasında elinden çıkan beyaz ışığı hatırlarsınız, bu sezonda araya Mississippi kralı Russell'ın da girişiyle birlikte Sookie'nin "ne" olduğu, kökenleri & güçleri ortaya çıkmaya başlayacak.
  • Sookie ve Bill'in ilişkisinde son gelişmeler pek hayra alamet değil. Ball bu konuda çok fazla bir şey söylemek istemese de "Sookie'nin Bill için şimdiye kadar yapmadığı bir şeyi göreceğiz ve ondan sonra tekrar biraraya gelseler bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." diyor. Anna Paquin ise bu konuda daha geveze, Paquin'e göre sezon sonunda Sookie'nin Bill, Eric ve bu sezon kadroya dahil olmuş kurt adam Alcide arasında bir tercih yapacak. Ve bu tercihi yaparken demin bahsettiğim Sookie'nin güçleri de başını ağrıtacak. Hatta bu güçleri fantastik dünyanın güç dengelerinin peşinden koştuğu bir şey olacak.
  • Sookie ve Eric'in arasında ne olacağı belli olmasa da (Her ne kadar Ball onların birlikte olacağı bazı bölümler olduğunu söylese de) Eric'in geçmişiyle ilgili son birkaç bölümde öğrendiklerimiz nedeniyle Russell'la karşı karşıya gelmesi söz konusu.
  • Jason'la ilgili çok büyük bir sır Ball'un üstü kapalı göndermelerine bakılırsa bu sezon ortaya çıkacak. Kitapları bilenler için bu durum sır değil tabi ki ama, Ball bu konunun Crystal'la alakalı olduğunu ima ediyor.
  • Sam'in gerçek ailesi başına dert açmaya devam edecek ve Sam son 2 sezondur başına gelenleri de düşünürseniz halet-i ruhiye olarak bu sezonun Tara'sı olacak gibi görünüyor Ball'a göre.
  • LaFayette'in Jesus ile olan ilişkisi sarpa sardı ancak Ball bu ilişki sayesinde LaFayette'in kendisinin de farkında olmadığı bazı yeteneklerini keşfedeceğini söylüyor. Sizi bilmem ama ben hepsinden çok bunun altından ne çıkacağını merak ediyorum :)
  • Russell vampir güç sistemini değiştirmeye kararlı, bu kararını daha da ileri götürüp the Authority'nin arkasındaki vampiri değiştirecek. Ball onun için "Daha ilkel bir vampire dönüşecek." diyor. Onun bu planları Eric'e nasıl yansıyacak, onu hep birlikte göreceğiz.
Kısacası, vampirlerle aranız nasıl olursa olsun TV'de izlemeye değer güncel bir şey arıyorsanız True Blood'a göz atmanızı mutlaka tavsiye ederim. Sürekli genişleyen çok katmanlı öyküsü ve inanılmaz başarılı oyuncularıyla şu vampir furyasından çıkan en başarılı proje True Blood ve diğerlerinin önüne çıkmayı sonuna kadar hak ediyor.

1.8.10

benefit creaseless cream eyeshadow/liners

,

içimdeki benefit sevgisi bambaşka. birçok ürününün sadece görüntüden ibaret olduğu yazılıp çiziliyor, ama ben yine de web sitelerine bakıp bakıp "şunu da alayım, bu da benim olsun" demeden edemiyorum. yine böyle bir "hepsini istiyoruuuummm" anında strawberry'de bu creaseless cream eyeshadow/liner'ları görüp sepete attım.

iyi ki de atmışım. gerçekten de muhteşemler. kesinlikle çizgi çizgi olmuyorlar, renkleri şahane ve kalıcılıkları inanılmaz. dee'ye danıştığımda hem far bazı, hem de tek başına far olarak kullanılabildiklerinden bahsetmişti. özellikle
birthday suit bu anlamda joker olarak kullanılabilir. diyelim hafta için bir akşam arkadaşlarımla buluşacağım, sabahtan da işe gidiyorum. işe gitmeden önce çeşit çeşit far sürecek vaktim yok, ama makyaj yapasım var, e bir de akşama kadar dayanması lazım. böyle zamanlarda birthday suit'i tüm göz kapağıma sürüyorum, hem çok pratik (krem olduğu için ben parmağımla dağıtıyorum), hem de rengi abartılı değil (benim göz kapağıma çok yakın, altın ışıltılı ama öyle disko topu gibi değil). verdiği aydınlık görüntüyü seviyorum. akşama kadar da yerinden kıpırdamıyor.
ya da mesela mat farları biraz daha ışıltılı kullanmak istediğimde altına birthday suit'i baz olarak kullanıyorum. yani oldukça işlevsel, hem kolay kolay bitecek gibi de durmuyor.



strut da dumanlı göz makyajı için mükemmel bir baz, makyajı çok kolaylaştırıyor. tek başına far olarak kullandığımda çok opak bir görüntü elde edemiyorum ama liner olarak denedim, gayet başarılı oldu. örneğin makyajınızda dudakları veya yanakları vurguladığınızda gözleri sade tutmak isterseniz veya liner'ınızın siyah eyeliner kadar dramatik olmasını istemiyorsanız strut iyi bir alternatif olabilir.

swatchlar:


bu sıcak havalarda farlarınızın kalıcılığından şikayetçiyseniz ya da benim gibi "farla hiç uğraşamam" diyorsanız, benefit creaseless cream eyeshadow/liner'lara bakmanızı öneririm. sephora'dan (pahalıya), strawberry'den (26 tl'ye) veya benefit'in kendi sitesinden (türkiye'ye shipping'i var) alınabilir.


diğer renkleri ve swatchlarını merak ediyorsanız pumpkin'in yazısına bakmanızı öneririm.
 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates