29.11.10

Sonbaharla aşk yaşayan şehir Paris -1

,
İki sene önce gittiğimde Paris’i hiç sevmemiştim. Bunun sebebi, yılbaşı tatili kalabalığından mı yoksa yağmurdan su çeken havai fişeklerin Eiffel üzerinde patlatılamamasından doğan düş kırıklığı mıydı bilemiyorum. Tüm önyargılarıma ve hatta ilk gün yemek yediğimiz restoranda 7 Türk çift olmasına rağmen :) bu sefer bambaşka güzellikte bir şehir karşıladı beni. Ben anladım ki Paris’e en çok yakışan renk sonbaharmış ve tadı en çok sevgiliyle çıkıyormuş.
Bahçeleriyle ünlü Paris, sonbaharın en güzel ayı Kasım ile kendini sarılı kahverengili yaprak örtüsü altına almıştı. Hava sevgiliye sokularak yürümeye bahane olacak kadar soğuk ama tatilin keyfini rahatça çıkartabilecek kadar sıcaktı.
Kentin 15 km güneyindeki Orly havaalanına iner inmez ilk işimiz havaalanındaki turizm danışma bürosunu bulmak oldu ve kendimize bir hafta boyunca gerekli olabilecek tüm broşürleri, Paris Museum Pass ve Disneyland giriş kartlarını, Air France otobüsleri (bizde ki Havaş gibi) ile şehir merkezine ulaşım biletlerimizi aldık. Üzülerek belirtmem gereken bir şey var ki o da Paris’in çok pahalı olduğu, şöyle ki sadece havaalanında tüm bu aldıklarımıza 222 € bayıldık.
Disneyland (2 park giriş, günlük) 61 €, bu biletimizi havaalanından aldığımız için indirimli fiyattı.




Museum Pass için üç alternatif mevcuttu, biz 2 günlük olanı seçtik, fiyatı kişi başı 32 €. Museum Pass’in 4 ve 6 günlük olanları da bulunuyor; fiyatları 48 ve 64 €. Kartın yanında bir de hangi müzelerde geçtiğini gösteren broşür almayı unutmayın! Biletin süresi ilk müze ziyaretinizde üzerine basılan tarih itibariyle başlayıp takip eden günlerde doluyor. Bu yüzden müzelerin yerlerini önceden belirleyip süreyi akıllıca kullanmak çok önemli. Eğer sizde ayaklarınıza güveniyorsanız en önemli müzeleri bizim gibi iki güne sığdırabilirsiniz.
**Louvre ve Versailles Sarayı’nı ne yazık ki bu sürenin dışında hesaplamanız gerekiyor çünkü hakkını vererek gezmek için her birine bir tam gün ayırmak gerekiyor.

Air France otobüsleriyle 30 dakikada şehir merkezine ulaşabiliyorsunuz. Tabi kalacağınız yerin hangi bölgede bulunduğu da önemli çünkü Air France sadece Les Invalides ve Gare Montparnasse’de duruyor. Tek yön kişi başı 11, gidiş-dönüş 18 €.

***Bizim otelimiz Les Invalides’e 10 dakika yürüyüş mesafesinde olduğundan bu otobüsleri tercih ettik. Siz isterseniz Paris’in geniş metro ağından yararlanabilir, taksiyle (30-40 € civarı), otobüsle ya da trenle şehre ulaşabilirsiniz. Havaalanından Disneyland bölgesine gitmek isteyenler, özel otobüsler için turizm danışmadan bilgi ve bilet alabilirler.

Hotel de Latour-Maubourg
Yurtdışı seyahatlerinde konaklama masrafı tatile ayrılan bütçeyi büyük ölçüde etkiler. Bu yüzden temiz, şehir merkezine yakın, kaliteli bir yer bulmak her zaman mümkün olmuyor. Biz seyahatlerimizde iyi araştırma ve erken rezervasyon sayesinde oldukça güzel otellerde konaklama şansına sahip olabiliyoruz. Kurban bayramı tatilinde 6 gece severek konakladığımız Hotel de Latour-Maubourg’u bu anlamda herkese gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Odaları küçük ama sevimli olan otelin oda servisi her gün düzenli olarak temizlik ve havlu değişimi yapıyor. Önceden belirttiğiniz takdirde odanıza gazete ve kahvaltı servisi de ücretsiz olarak yapılıyor. Otelin her noktasında çeken wireless benim hayatımı pek değiştirmese de erkek arkadaşım için otelin en güzel özelliklerinden biri oldu.



Hotel de Latour-Maubourg’un konumu tek kelimeyle süper çünkü dışarı adım atar atmaz Eiffel’i görebiliyorsunuz, civarda çok güzel kafeler var, antika pazarı kuruluyor ve üstelik hemen karşınızda otelle aynı adı taşıyan bir metro durağı bulunuyor. 17 odayla hizmet veren otelin resimde gördüğünüz odasında kaldık, kahvaltı dâhil konaklama fiyatı tek gece çift kişi 200 €’du. İlk fırsatta kulağa pahalı geliyor olsa da Paris’in çok pahalı olduğu ve otelin konumu düşünülürse bunun oldukça uygun bir fiyat olduğunu söyleyebilirim.




Otelde açık büfe kahvaltı servisi saat 7 ile 11 arasında veriliyor. Paris’te yumurta günün her saatinde keyifle yeniyor olsa da geleneksel Fransız kahvaltısı daha çok Croissants (yarımay şekilli hamur işi), Pains au Chocolat (içi çikolata doldurulmuş hamur işi), taze kahve, reçel ve portakal suyundan oluşur. Otellerde sunulan kahvaltılarda bu gelenek yavaş yavaş değişmeye ve meşhur ekmek Baguette’in (bu uzun baston ekmek özellikle sandviç yapmak ya da tereyağıyla yemek için ideal) yanına inek, koyun ve keçi sütünden yapılan Brie ve Camambert gibi yumuşak peynir (Fromage) çeşitleri, soğuk et tabakları ilave edilmeye başlamış. Ayrıca Paris’in ters döndürülerek servis edilen spesiyal tartı Tarte Tatin’i de kahvaltı servislerinde, açık büfelerde görebilirsiniz.


Croissant
&
Pains au Chocolat






Brie de Meaux
&
Camembert





Elmalı Tarte Tatin

*Otelde kahvaltıya para vermek istemeyenler hoş bir alternatif olarak kafelerde kahve-çörek geleneğini sürdürebilirler.
Hotel de Latour – Maubourg
150, Rue de Grenelle – 75007 Paris
Telephone. 01 47 05 16 16
www.latourmaubourg.com

Paris’te ulaşım
Paris’te toplu taşıma araçlarıyla ulaşım çok kolay ancak iş çıkış saatlerinde yoğunluk sebebiyle metrolar çok kalabalık olabiliyor ve bu yüzden sık sık gecikmeler yaşanabiliyor. Havaalanı dahil şehrin her bölgesine ulaşmak için metro kullanabilirsiniz. Bütün metro istasyonlarında bilet makineleri mevcut. Tercihinize göre tek ve indirimli onluk biletleri (carnet) bu makinelerden satın alabilir ve bir saat içinde istediğiniz kadar hat değiştirebilirsiniz. Ayrıca tercih edilen bölgeleri kapsayan Mobilis ve haftalık veya aylık olarak satılan Carte Orange hakkında turizm danışma bürolarından bilgi alabilirsiniz. Biz onluk biletlerden aldık ve çok kullanışlı olduklarını söyleyebilirim.

*** Yazının ikinci bölümü Paris'in görülmesi gereken yerleri ve kentin dışında yer alan Disneyland park üzerine olacak, üçüncü bölümde ise gezdiğimiz müzeler hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi planlıyorum.

21.11.10

farklı bir aile komedisi: modern family

,

çok kaba bir ayrımla komedi dizisi izleyenleri iki gruba ayıracağım: friends-severler ve seinfeld-severler. bu ayrımın bir ucundaki friends-severler sevgi dolu insanlar, ona bir lafım yok, zaten friends'i ben de çok seviyorum. fakat iki gruptan birini tercih etmem gerekirse ben seinfeld-severlere dahil olurum. gerçek dünyayla bağları daha kopuk, hayatı daha az ciddiye alan, kısacası daha absürd bir komedi anlayışı bana daha çok hitap ediyor sanırım. durum böyleyken "king of queens" ya da "according to jim" tarzı aile dizilerini sevemiyorum. "glee"ya da "big bang theory" gibi "tip"ler üzerinden ilerleyen, yıllardır sit-comlarda gördüğümüz durumları, esprileri tekrarlayan diziler de bana pek tat vermez oldu. şöyle dişime göre bir komedi dizisi ararken emmy ödül töreninde hem adaylıklarıyla hem de aldığı ödüllerle dikkatimi çeken modern family'i hemen izleyeme başladık (biz=müpteda+ben).

the office ve arrested development'tan
sonra bir diziyi izlerken bu kadar eğlenmediğimi söylemem gerek. hem oyuncuların performansıyla, hem de diğer aile komedilerinden çok farklı olaylara yer veren senaryosuyla modern family benim için son zamanların en iyi komedi dizi olmaya aday. dizide üç aileyi yakından tanıyoruz: gloria-jay ve gloria'nın oğlu manny, jay'in kızı claire-kocası phil ve çocukları haley-alex-luke, jay'in oğlu mitchell-partneri cam ve yeni evlat edindikleri kızları lily. son yıllarda amerikan dizilerinde sıkça karşılaştığımız amerika'da yaşayan her türlü "kimliğe" yer verme meselesini burada da görüyoruz. latin gloria ve manny, eşcinsel mitchell ve cam ve asyalı lily her tür "etiket"leriyle diziyi renklendiriyorlar.

dizinin en ağır topu elbette married with children'ın al bundy'si olarak tanıdığımız ed o'neill. e o'neill tabi ki jay karakteriyle göz dolduruyor, fakat önceden tanımadığımız eric stonestreet'in (cam) ve çocuk oyunculardan rico rodriguez'in (manny) de oyunculuktaki başarısını gözden kaçırmamak gerek. müptedayla hakkında uzun süre "bu adam gerçekten eşcinsel olmalı, bu kadar iyi oynuyor olamaz" diye konuştuğumuz stonestreet gayet heteroseksüelmiş, bu yıl emmy'de en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü alması dizinin hayranlarına sürpriz olmamıştır. rodriguez ise daha 12 yaşındayken bu kadar iyiyse büyüyünce ne olacak kim bilir diye düşündürüyor.

yukarıda adını andığım iki diziyle modern family'nin ortak yanları da var. modern family, the office'teki "mockumentary" formatınına benzeyen bir formatta ilerliyor. yani karakterler, röportaj veriyormuş gibi kamerayla direkt konuşarak değerlendirmeler yapıyorlar. the office'te dwight'ın ve michael'ın yorumları nasıl bizi yerlere yatırıyorsa, burada özellikle phil dunphy karakterinin söyledikleri dizinin eğlencesini bir kat daha arttırıyor. modern family'nin arrested development'la ortak yanıysa büyük bir ailenin farklı evlere dağılmış farklı yaşantılarına aynı ağırlığı veriyor olması. karakterlerden herhangi biri öne çıkarılmıyor, çocuklar da dahil olmak üzere her karakterin dizideki yeri eşit. bu bence diziyi güzel kılan taraflardan biri. bu yolla komedinin doğabileceği imkanlar artıyor, çeşitlilik arttıkça da (bence friends tarzı komedilerin istemeden de olsa düştükleri) konuların ve espirilerin sürekli tekrarlanmasıyla dizinin sıkıcılaşmaya başlaması tehlikesi azaltılmış oluyor.

modern family, alıştığımız "tip"lerden (inek ve asosyal, yakışıklı ve çapkın, boşanmış ve depresyonda vs. vs.), artık hangi diziyi açsak birbirinin tekrarı olan durumlardan (en yakın arkadaşının eski sevgilisine aşık olan adam, büyük şehrin karmaşasından kaçıp küçük bir yerde yeni bir hayat kurmaya çalışan kadın vs. vs.) çok farklı bir yerde duruyor. buna tuz biber olarak oyunculuk açısından televizyonlarda parlayan bir çok isimden birkaç gömlek üstün oyuncuların performanslarını izleme imkanı sağlıyor.

şu an ikinci sezonu abc'de yayınlanmakta olan modern family'i herkese tavsiye ederim!

16.11.10

Joyce Carol Oates'un Gençlik Romanları Seksi ve Deli Yeşil CanGençlik'te!

,
Anglo-sakson ve Amerikan dünyasında YA yani young-adult diye bilinen, bizde yayınevlerinin "gençlik" olarak adlandırdıkları, çoğumuzun pek haberdar olmadığı, olsa da es geçtiği bir tür var. Bizde genelde çocuk kitaplarının arasına sıkışmış, bizim yaş grubunun dimağında İpek Ongun'dan öteye gidememiş bir tür bu. Ancak, tabi ki her meselede olduğu gibi, adını andığım edebiyat dünyalarında çok daha oturmuş bir geleneği ve büyük bir satış potansiyeli olan bu progresivist edebi türü, dünya genelinde paranormal ve fantazi roman serileri kasıp kavuruyor. En bilinen örneklerinden bahsetmek gerekirse, Twilight Saga serisi mesela, yine bizde çok bilinmese de bu türe dahil, ya da Harry Potter serisi, yola "çocuk" standlarında başlamış ama bu türe doğru doğal bir ilerleme göstermiş bir seri. Bunlar tabi ki derece iyi ve kabul görmüş örnekler. Bunlardan çok daha kötü, edebi değeri kesinlikle olmayan, sadece bu ikisinin yarattığı talebi karşılamaya yönelik bir sürü kitap daha var, çoğu özellikle vampir ve büyücülük, cadılık meseleleri işleyen ve alttan alta gençlere katı bir ahlaki mesaj verip, "höt" diyen. İşte o kitaplardan bazılarına bu yaz sabahlara kadar çeviri yapıp hiçbir şey okumaya enerjimin olmadığı bir dönemde bakma şansım oldu. Ne yazık ki çoğu, içerik ne olursa olsun benim gibi başladığı kitabı bitirme takıntılı bir okuru bile bezdirecek kadar kötü yazılmış, okurunun zekasını hiçe sayan, gençlere yazıldığı gerekçesiyle sanırım, sansür-sever ve dolayısıyla kendi dünyasında bile bir realizm tutturmaktan yoksun romanlardı. Durum böyle olunca, ben açıkçası türün en azından görece yeni ürünlerinden ümidimi kestim, zaten çeviri derdim de bitince güzel güzel asıl okumak istediğim romanlarıma döndüm, dolayısıyla bu türün örnekleri biraz radarımdan çıkmış oldu. Ta ki kadrosunu çok sevdiğim CanGençlik'in Joyce Carol Oates'un gençlik romanlarını bastığını öğrenene kadar.


"Amerika'nın en üretken yazarlarından biri" tamlaması Joyce Carol Oates'un neredeyse ikinci adı gibi bir şey, çünkü kendisiyle her tanışan okurun mutlaka gözlerini yuvalarından fırlatacak kadar geniş bir yelpazesi ve büyük bir külliyatı var. Aynı zamanda Princeton'da Creative Writing bölümünde hoca ve son zamanlarda biz Bolahenk yazarlarını en çok heyecanlandıran yazarlardan biri olan Jonathan Safran Foer'in de hocası kendisi. Bunlar tabi işin biraz kartvizit kısmı ama bir yazarın referanslarının kuvvetli olması, edebiyat gibi takipçilerini biraz "kulaktan kulağa" yoluyla kazanan bir tür için her zaman etkileyeci olmuştur. Sadece hikayeleriyle tanıdığım bir yazar olmasına rağmen, hikayelerinde yakaladığı, her zaman çok "arzu edilen" bir şey olmayan çarpıcı realizmi ve hikaye türünde formda geleneksel olmayan tavrı beni çok etkilemişti, ancak okunacak şeylerin arasında yollarımız bir daha kesişmemişti. Böyle güzel bir ilk izlenimin sonrasında CanGençlik aracılığıyla karşıma çıkan Deli Yeşil ve Seksi'yi nasıl bir hevesle okuduğumu tahmin edersiniz.
Öncelikle iki kitap da kesinlikle sadece "gençlik" ya da YA sayılıp, sadece gençlere yönelik, ya da onların ilgisini çekebilecek meselelerle ilgilendiği var sayılabilecek romanlar değil. Deli Yeşil aile içi şiddet, özgüven, medya, görünen ile olan arasındaki fark gibi çok ciddi meseleleri, mükemmel bir hayatı olduğuna inanılan 15 yaşındaki kahramanı Francesca'nın gözünden ele alıyor. Seksi ise, 16 yaşındaki yakışıklı kahramanı Darren'ın gözünden, "arzu edilen" olmanın aslında arzu edilmeyen kadar sıkıntılı durumunu, cinsel kimlik, taciz, vicdan gibi yine oldukça yetişkin meselelere değinerek anlatıyor. İki romanın da, anlatıcı ve kahramanlarının "genç" olmalarının dışında yazımın başında bahsettiğim popüler gençlik romanlarıyla uzaktan yakından ilgisi yok. İkisi de okuyucusunun, yaşı ne olursa olsun, zekasına, metinle ilişki kurma gücüne güvenen romanlar. Ancak, bence ikisinin de en güzel tarafı, karakterini çok iyi tanıyan, anlayan bir yazar tarafından yazıldıklarını her satırda hissettirmeleri. Francesca da Darren da, zeki gençler olmalarına rağmen içinde bulundukları zor durumlara karşı ilk gençliğe özgü bir reddediş ve umursamazlık ile yaklaşıyor, ikisinde de hala çocukluğun sorumsuzluğuna kaçış için büyük bir özlem var. Onların bu halet-i ruhiyesi o kadar güncel bir dille, o kadar kararında ilerleyerek anlatılıyor ki, yazarın '38 doğumlu bir kadın olduğuna inanasınız gelmiyor. İki romanın ortak noktalarından bir diğeri ise, ikisinin de coming-of-age romanları olması. İkisinin de sonlanışı karakterlerin psikolojik bir büyüme, gelişme, sorumluluk alma, yani erişkinliğe yaklaşmalarına işaret ediyor. Yaşadıkları can sıkıcı durumlardan, Francesca da Darren da, asla yapay olmayan, oldukça nüanslı zaferlerle çıkıyor, siz de ister istemez kendinizi snob veya yapay olamayan, sadece olduğu gibi olan güzel bir bağımsız Amerikan filmi izlemiş gibi hissediyorsunuz.
Aralarından benim favorim, formundaki günlük, polis ifadesi kayıtları, Emily Dickinson alıntısı gibi tarafları ile bana daha çok hitap eden Deli Yeşil oldu. Ancak, Seksi de ele aldığı meselelere olgun ve içgörülü yaklaşımları itibariyle özellikle de 14-18 yaş grubu tarafından okunması gereken bir kitap. Yaşınızın çok önemli yok aslına bakarsanız, Seksi ve Deli Yeşil iyi yazılmış ve iyi kurgulanmış roman seven tüm okuyucular için! 

11.11.10

I love Trdlooo, Prague

,
Dün gece durdum durdum tatlı patlaması yaşadım :) bazen oluyor bana böyle.. ne istediğimi şaşırıyorum, canım abuk sabuk şeyler istiyor. Aklıma 2 sene önce Prag’da yediğim Trdlo diye çok lezzetli hamur tatlısı takıldı, tüm gecem ona aş ermekle geçti. Girdim internete anılarımı tazeleyeyim, nasıl yapılıyor öğreneyim dedim ve farkettim ki hep yabancı sitelerde üzerine bir şeyler yazılmış. Aslında abartılacak bir yanı yok, yapılışı, malzemeleri çok kolay; şeker, hamur, tarçın biraz da badem. Böyle kalın oklava gibi demir silindirlere, ince uzun hamur yan yana sardırılıyor daha sonra bu hamur ateşin üzerinde döndürülüyor ve kızardıktan sonra sıcak sıcak, tarçın ve şeker dolu sepete atılıp daha da lezzetli çıtırrr bir tatlıya dönüşüyor. Sıcak tüketildiği için daha çok sonbahar-kış aylarında ve özellikle de Christmas döneminde bu geleneksel hamur tatlısını tadabilirsiniz.



**Sıcak şarap seviyorsanız beraber denemenizi tavsiye ederim. O zamaann yaşasın yemek yemek diyorum ve sizleri kendi çektiğim resimlerle, Prag’da Astronomical Clock’un bulunduğu meydandan yılbaşı manzarası eşliğinde Trdlo’yu keşfe davet ediyorum.



10.11.10

Kaş ve kirpik bakımı & makyaj ürünleri-1

,
Bana sorarsanız bir bakışı çekici yapan, ona derinlik katan, dolgun ve uzun kirpiktir. Genelde insanlar göz rengine takıklarken ben uzun zaman sorun yaşadığımdan olsa gerek hemen kirpiklere odaklanıyorum. Sadece kirpiklerin değil, düzgün şekil verilmiş kaşların da yüzü, gözü olduğundan daha anlamlı gösterdiğine inandığım için bu konuda yardım aldığım ürünleri sizlerle paylaşmak istedim. Benim sorunum anneme çekmem ve dökülen kaşlara, kısacık, seyrek kirpiklere sahip olmam(dı). Bu konuda ilk başvurduğum ürün her zaman güvendiğim Mavala oldu. Bunu her fırsatta dile getiriyorum çünkü tırnak yemekten kurtulmamı ve DiorShow Mascara ile işbirliği içerisinde neredeyse sıfırdan kirpik sahibi olmamı sağladı. Bu yüzden ilk olarak Mavala’nın Double Lash’i ile başlayacağım yazımda sırasıyla kullandığım maskaralardan Diorshow, Diorshow Waterproof, Diorshow Black Out, takma kirpik MAC 30 Lash ve yapıştırıcı Duo adhesive ikilisinden, son olarak da kaş kalemim Lancome Le Crayon Sourcils’den bahsedeceğim.
Mavala Double Lash (10 ml) birçok eczaneden kolaylıkla bulunabilecek oldukça garantili bir ürün. Aslında annem kendisine almıştı ama her zamanki gibi yarım kullandığı ve doğru dürüst sonuç alamadığı için ondan yürütüp kendimde deneme kararı aldım :) Her akşam makyajı tamamen temizlenmiş kirpiklere uyguladığınızda, sabaha kadar derinlemesine beslediği kirpiklerinizde etkisini maksimum 30 gün içerisinde gösteriyor. Fırçası aynı rimel fırçasına benzediği için kullanımı çok kolay ve hemen bitmiyor. Sabırla ve düzenle kullanıldığında kirpiklerinizin beslenip uzadığını ve hatta aralardan küçük kirpiklerin çıktığını siz de göreceksiniz. Eğer seyrek kaşlardan şikayetçiyseniz Double Lash’i kaşlarınıza da uygulayabilirsiniz. Fiyatı 26 TL.

Yeterince kirpiğim var sadece iyi bir maskara benim için yeterli diyorsanız, Diorshow Maskara bu dileğinizi fazlasıyla karşılamaya hazır. Eski bir arkadaşımın önerisiyle kullanmaya başladığım ve genelde Lancome ürünlerine alışkın olmama rağmen bana göre Lancome Hypnose’dan çok daha güzel olan bu maskarayı 5 senedir memnuniyetle kullanıyorum. Mavala’yı bıraktıktan sonra yerini fazlasıyla doldurduğunu da söyleyebilirim. Bu yazıyı hazırlarken Diorshow maskara üzerine yazılmış pek çok eleştiri okudum. Bazıları maskaranın çabuk tükendiğini ve kuruduğunu yazmış ki bu hiç doğru değil. Ürünün sıkıntılı tek yanı fırçasının diğer maskaralarla karşılaştırıldığında daha büyük olması… Bu benim için herhangi bir sıkıntı oluşturmuyor çünkü göz ile kaş arasındaki mesafemin geniş olması bu fırçayı göz kapağıma bulaştırmadan kullanabilmeme imkân sağlıyor, ancak bu mesafesi dar ve göz kapağı düşük olan kişilerin bu ürünü temiz bir şekilde kullanabilmeleri ne yazık ki pek mümkün gözükmüyor. Pek çok eleştirinin aksine düzgün sürüldüğünde topaklanma falan da yapmıyor, ama sonuçta bana sorarsanız makyaj yapmanın resim yapmaktan çok da bir farkı yok, bu yüzden el yatkınlığı olmayan kişilerin bu konuda beceriksizliklerinin suçu ürüne atılmamalı. Diorshow bir maskara olarak sadece kirpikleri dolgunlaştırıp uzatmakla kalmıyor aynı zamanda sık kullanıldığında kirpikleri besleyip yeni kirpik oluşumuna da katkıda bulunuyor. Fiyatı 48.50 TL.

Ben ürünün Waterproof (suya dayanıklı) olan çeşidini yaz aylarında özellikle deniz tatillerinde severek kullanıyorum. Denize girdiğinizde bile akmayan bu maskarayı siz de çok seveceksiniz. Yalnız Waterproof maskaraların geneli için konuşursak her ne kadar akmaz dense de siyah renginde bazen akma sorunuyla karşılaşılabiliyor, bu sebeple eğer yaz aylarında kullanacaksam Diorshow Waterproof’ta hayal kırıklığı yaşamamak için ben kahverengi olanını tercih ediyorum. Bu ürünü göz akması sorunu yaşayanlar da gönül rahatlığıyla kullanabilirler. Sürmesi normal Diorshow maskaraya göre daha akışkan olduğu için oldukça kolay, ancak bu ürünü çıkarmak için iyi bir temizleyici kullanmak gerekiyor. Benim bu ihtiyacımı daha önce Lancome yazımda kullandığım ürünler rahatlıkla gideriyor. Fiyatı 48.50 TL.

Bir de Diorshow serisinden Blackout adlı ürünü denemiştim ama nedense onunla pek sevişemedim. Kullanımı biraz zor geldi ve hatırı sayılır bir para verdiğim için bir süre boğuşarak da olsa kullanmaya devam ettiğimi hatırlıyorum. Fiyatı 47 TL.

**Serinin yeni çıkan maskarası Diorshow Maximizer’ı kullanma şansım henüz olmadı. Söylendiğine göre kirpikleri besleme konusunda oldukça iddialıymış. Daha sonra bu ürünü de deneyip size sağlıklı bilgi vermeyi planlıyorum.



Geçenlerde yeni nişanlandım :) Uzun kirpik sevdamı böyle bir günde takma kirpikle tamamlamak istediğim ve bu konuda tecrübesiz olduğum için çok sevgili Ucucaparkların tavsiyesi ile Mac’in 30 Lash adlı ürününü satın aldım. Resimde gördüğünüz kutuda 54 adet farklı boylarda hazırlanmış takma kirpik bulunuyor. Bunlar 3lü dörtlü kirpik gurupları halinde hazırlanmış ve kolay kullanım için kısadan uzuna doğru sıralı bir biçimde kutuya yerleştirilmiş. Piyasada satılan türlerinin aksine 30 Lash’in kutusunda kendi yapıştırıcısı bulunmuyor, bunun için ek bir ücret ödeyip birçok sitede adından büyük övgüyle bahsedilen Duo adhesive’i almak gerekiyor. İlla Duo adhesive ile kullanılacak diye bir kanun yok ama bana sorarsanız herhangi bir yapıştırıcı ile taktığınız kirpikleri çorbanızın içinden toplamak çok da eğlenceli olmayabilir. Kirpikleri takarken önce acemilikten biraz panik yaptığımı itiraf etmeliyim ama Mac’in sitesine girip uygulamalı makyaj videolarından yararlanmak işinizi oldukça kolaylaştırıyor. (www.maccosmetics.com) Gece boyunca hiç fire vermeden rahatlıkla kullandığım kirpiklerimi yatarken üzülerek, taktığımdan çok daha kolay bir şekilde çıkardım. Bunun için sıradan göz makyajı temizleyicisi yeterli olur diyebilirim. 2 ürünün toplam fiyatı 55 TL.
Kullanım şekli: Öncelikle bir elin nesi var iki elin sesi var atasözünü dinleyip bir arkadaştan yardım almanızda fayda var. Gözünüzün dış tarafına uzunları, iç kısımlara doğru ise kısa olanları takmak işin püf noktası. Takma işlemi sırasında cımbız kullanabilirsiniz. Kirpiklerinizin boyunu ve sıklığını siz belirleyin ama gideceğiniz bir kostüm partisi değilse abartıdan kaçının. Bir cımbız yardımıyla ucunu azıcık yapıştırıcıya buladığınız kirpiğinizi takmadan önce bir süre bekleyin. Önce uzun olanları daha sonra gözün iç kısımlarına doğru seçtiğiniz daha kısa olan kirpikleri tek tek kendi kirpiklerinizin arasına yerleştirin. Birkaç dakika bekleyin, yapıştırıcı göz kapağınızda şeffaf renge dönüştükten sonra makyajınızı uygulamaya geçin.

** Yapıştırıcıyı kullanırken renginin bir süre beyaz olduğunu görüp ay bu böyle mi kalacak diye korkmayın bir süre sonra kendisi şeffaf renge dönüşüyor.
*** Makyaj uzmanı değilseniz parça kirpikleri komple takma kirpiklere tercih etmelisiniz. Komple takılan kirpikleri düzgün yapıştırmak çok daha zor ve çıkartırken de kirpiklerinizden olabiliyorsunuz.
Dökülen kaşlarınızı doğal yollarla dolduramıyorsanız siz de benim gibi kaş kalemi kullanmayı deneyebilirsiniz. Benim ilk ve tek kaş kalemim Lancome’un Le Crayon Sourcils adlı ürünü oldu. 2 senedir memnuniyetle kullanıyorum. Annem beslemeye benziyorsun dese de (kıskançlığından), kaşlarımla şaşırtıcı bir şekilde erkeklerden de pek çok övgü topladığımı söyleyebilirim :) Kaş kaleminde doğru rengi seçmek ve boyarken abartıya kaçmamak çok önemli. Ben kumral olduğum için kahverengiyi (Ebene 8307) tercih ediyorum. Le Crayon Sourcils’in en sevdiğim özelliği bir tarafında sürdüğünüz kalemi dağıtmaya yarayan fırçasının olması, bu sayede daha doğal bir sonuç elde ediyorum. 2 senedir kullanmama rağmen daha yarısına bile gelmedim ve şimdiden parasını fazlasıyla çıkardığını söyleyebilirim. Çok çok memnunum. Fiyatı 35 TL.

*Bu ürünü internetten sipariş vermeden önce kozmetik ürün satan mağazalarda kendi renginizi bulmak için deneme yapmanızı tavsiye ederim.

!!Kozmetik ürünlere çok sıcak bakmayanlar için doğal yoldan ulaşabilecekleri bazı bakım ürünlerine ve formüllere yazımın 2. bölümünde yer vereceğim. Şu ana kadar yazdığım tüm ürünler sonuç aldığım ve arkasında durabileceğim ürünlerdir. Hepsini siz de kolaylıkla Tekinacar, Watsons, Dougles, Boyner Beauty, Sevil gibi kozmetik ürünler satan mağazalarda bulabilirsiniz.

** Fiyat bilgileri www.strawberrynet.com'dan alınmıştır.

4.11.10

Jonathan Safran Foer Her Şeyi Aydınlatıyor.

,

Çok değil bundan sadece 4-5 ay kadar önce, artık Yahudi soykırımına dair hiçbir şey izleyip okumayacağıma dair kendi kendime söz vermiştim. Geçen senenin Oscar adayı Inglourious Basterds’ı da izledikten sonra film/kitap ne kadar iyi olursa olsun, ikinci dünya savaşı limitimi doldurdum, diyordum. Artık karma mıdır, kader midir yoksa Hitler’in şimşeklerinden midir bilinmez, bu sözümü bir güzel yiyip yuttum ve Jonathan Safran Foer’in Her Şey Aydınlandı’sı ile mevzuya geri döndüm.

Şimdi yukarda yazdıklarımdan ötürü, kitabın alışılagelmiş bir soykırım anlatısı olduğunu sakın düşünmeyin. Okuyanlara buradan göz kırpıp okumayanlara sesleniyorum, bahsi geçen kitap içler acısı bir hikayeyi anlatırken sizi güldürmeyi başaracak belki de tek kitap. Çünkü sayın Foer’in de dediği gibi, üzücü bir hikayeyi anlatmanın en güzel yolu, bunu insanları güldürerek yapmak.

Kitabın her detayı öylesine şaşırtıcı tasarlanmış ki, artık ezberlediğimiz ve dolayısıyla da hissizleşip ne yazık ki yabancılaştığımız Yahudi soykırımını sanki ilk kez duyuyor, ilk kez okuyor, ilk kez gerçekten öğreniyorsunuz. Kitaptaki Ukrayna’lı çevrimenimiz Alex’in çat pat İngilizcesi ile alıştığımız roman dili bile bambaşka bir boyut kazanıyor. Yer yer şiirselleşen, yer yer konuşma diline, yer yer de roman diline dönen kitap enerjisini hiç yitirmezken siz bir sonraki sayfada ne olacağını merak ederek okumaya devam ediyorsunuz. Üstelik Foer öyle usta bir yazar ki, merakınız kitabın konusundan değil bizzat dilin kendisinden kaynaklanıyor. Foer’in kitabın içine kendi yazar karakterini yerleştirmesi ve çevirmen Alex’in bizzat yazara hitaben mektup yazması ile birlikte, okumakta olduğunuz kitabın bir roman olduğuna dair mesafeli algınız kırılıyor ve bir noktadan sonra kurgu nerede bitiyor, gerçek nerede başlıyor karıştırmaya başlıyorsunuz. Kısaca Foer, Rus biçimcilerinin şiire yaptığını hem romana hem Yahudi soykırımına yapıyor ve algınızı kırarak hikayeyi yepyeni bir gözle görmenizi sağlıyor.

Foer, Buddenbrook Ailesi ya da Yüz Yıllık Yalnızlık gibi bir ailenin dünden bugüne gelişini anlatan aile anlatılarının yapısını da kırmayı başararak mümkün olabilecek en post-modern romanı ortaya koyuyor.

Kitapla ilgili bunca laf etmişken, Jonathan Safran Foer’in kim olduğundan bahsetmemek olmaz. Kendisi 1977 doğumlu Amerika’lı bir yazar. Ben hesabı sizin için yapayım. Kendisi Her Şey Aydınlandı’yı yazdığında sadece 25 yaşındaymış. Joyce Carol Oates’un öğrencisi, Oates aynı zamanda onun yazmaya devam etmesini sağlayan isim. O halde bu yazıyı Oates’un Jonathan Safran Foer ve Her Şey Aydınlandı yorumuyla bitirmek en doğrusu:

“Elinizde tuttuğunuz bu kitap heyecanla tasarlanmış bir mucizeler kitabı. Foer, saygınızı kazanacak ve kalbinizi kıracak.”


Siren Yayınları

Etiket Fiyatı: 22.tl


Not: Kitabı bana tavsiye eden Bolahenk Sokak'ın sevgili yazarlarından sayın Sibel'e ve kitabın güzeller güzeli birinci baskısını yaban ellerden getiren pek sayın Guy Parker'a teşekkürü borç bilirim.

 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates