31.7.10

Jack Kevorkian'ı Tanıyor Musunuz?

,

You Don't Know Jack, muhtemelen ülkemiz coğrafyasında gösterime girmeyecek ama dünya sineması ve tabii, özellikle Hollywood takip edenlerimizin gözüne kulağına çalınacak yeni filmlerden biri. Sinemaya girmeyecek olduğunu özellikle düşünmemin sebebi, filmin sinema için değil, HBO için hazırlanan bir televizyon filmi olması. HBO'nun "It's not TV" (HBO Türk kanalı olsaydı, "Bir televizyon kanalından çok daha fazlası" olarak dilimize uyarlanabilirdi), sloganına rağmen, ne yazık ki, HBO hala bir TV kanalı ve dolayısıyla onun yapımında gerçekleştirilmiş bir film olan You Don't Know Jack de, sapına kadar bir televizyon filmi.

Barry Levinson yönetmenliğinde çekilen filmde Al Pacino başrolü götürüyor. Al Pacino'nun göz dolduran performansını destekleyen yine onun kadar mükemmel isimler ise, John Goodman, Danny Huston, James Urbaniak, Susan Sarandon ve muhteşem performansıyla kendisine şapka çıkarttıran Brenda Vaccaro. Filmin müzikleri ise, benim Remember Me ile tanıyıp sevdiğim, Marcelo Zabros'a ait.

Dünya basınında Doktor Ölüm olarak anılan Dr. Jack Kevorkian'ın hikayesini izlediğimiz filmin iddiası, doktorun hikayesinin ardında basın ve medyanın gösterdiğinden daha fazlası olduğu. Filmin adının You Don't Know Jack olmasının temel sebebi de bu. Kevorkian bir doktor ama alışılageldiği üzere, hayat kurtarmaya çalışan bir doktor değil, aksine çözümü olmayan ve acı çeken hastalara ötanazi uygulayan bir doktor. Bir çeşit intihar doktoru diyebiliriz... Ya da Azrail'in tıp diplomalı versiyonu. Film iddia ettiği gibi, Kevorkian'ın etrafındaki insanları, gerçekte nasıl yaşadığını ve kimlerle yaşadığını gözler önüne seriyor. Kısaca şöyle söylüyor: Haberlerde gördüğünüz her şeye inanmayın.
Filmin kadrosu a'da z'ye şahane, konusu da çarpıcı olunca filmden beklentiler de tavan yapıyor. Özellikle de bu sene 15 dalda Emmy'e aday olduğu göz önüne alınınca, büyük bir heyecanla ekran başına geçiliyor.

Fakaat... Senaryo yazarı Adam Mazer, doktora objektif yaklaşmak için elinden geleni yapmış. Film boyunca, iyi-kötü tek bir yargı bile gözünüze çarpmıyor. Böyle hassas bir konu, bir belgesel tadında ele alınıyor. İşte bu da filmin bir "televizyon filmi" olduğunu sonuna kadar hissettiriyor. Fakat ne yazık ki konu, "Etliye sütlüye dokunmayalım" şeklinde ele alınabilecek bir konu olmadığı için, film son derece yüzeysel kalıyor, Al Pacino'nun takdire değer oyunculuğu bile filmi mükemmel kılmaya yetmiyor.

Sonuçta filmi duygudan arınmış robotlar gibi izliyor, Kevorkian'a karşı iyi-kötü herhangi bir duygu geliştiremiyorsunuz. Bu da hevesinizin kursağınızda kalmasına sebep oluyor. Jack Kevorkian'ın intihirlarına yardım ettiği onlarca hasta, doktorun bu ölümlere verdiği tepki... Tüm bunlar şöyle bir dokundurulup geçilerek gösteriliyor. Filmin ağırlıklı meselesi doktorun görsel medyaya ve yazılı basına yansıma biçimine rağmen, aslında arka planda çok başka duyguların ve olayların olduğu... Fakat film bittikten sonra "İyi de Jack'i hala tanımıyorum ben." demeden edemiyorsunuz. Filmin belgesel objektifliği, herhangi bir derinliğe varmasına engel oluyor. Ne yazık ki Al Pacino'nun oyunculuğu da, durumu kurtarmaya yetmiyor.


Kısaca, bu filmi izlemeden önce beklentilerinizi bir çeşit Hallmark televizyon filmi izleme beklentisine indirmeniz gerekiyor. Kabul ediyorum ki, böyle bir konuyu subjektif görüşlerle ele almak oldukça tehlikeli olabilirdi. Fakat yine de ötanazi meselesini, Jack Kevorkian gibi bir adamın hikayesini, yüzde yüz objektiviteyle ele almanın da hikayenin kendisine haksızlık olduğu görüşündeyim. Mesele bu kadar riskliyse, o halde belki de en doğrusu iyi araştırılmış bir belgesel çekmekti, dokundurup geçen bir film değil.

Yine de Al Pacino, Susan Sarandon gibi isimlerin dev performansları için izlemeye değer bir film. Lakin filmi izlemeden önce Jack'i ne kadar tanımıyorsanız, filmi izledikten sonra da o kadar tanımayacağınızı garanti edebilirim.

29.7.10

Beyoğlu’nda bir Çerkez güzeli, Fıccın

,
Kendi paramı kazanmaya başlamam ve harçlık döneminin kapanmasıyla birlikte, dışarıda yenilecek akşam yemeklerine para yetiştirmek de zorlaştı. Hele benim gibi önden soğuk tabağı gelsin, masa şöyle bir güzel donatılsın karnımızdan önce gözümüz doysun mantığına sahip olan bir kişi için İstanbul tuzaklarla dolu. Hem uygun fiyatlara hem de kaliteli, mevsimine göre seçilmiş ürünlerle hazırlanan menülere aynı anda ulaşmak ne yazık ki artık pek mümkün olmuyor. İşte böyle dar zamanlarda gerçek ziyafet sofraları arayan lezzet tutkunlarını fiyatlarıyla şaşırtan, yemekleriyle kendine tutsak eden Fıccın’la buluşturmayı Bolahenk Sokak ekibi olarak kendimize görev edindik.

1996 yılında küçük bir işletme olarak hizmete açılan Fıccın, adını Çerkezlerin özellikle davetlerde yaptıkları, içine soğan, sarımsak ve baharatlarla tatlandırılmış, dövülmüş et yada kalın çekilmiş kıyma koydukları, bir nevi etli ekmekten almış. Restorana geldiğinizde Fıccın masada olmazsa olmaz lezzetlerin ilki olarak yerini almalı ki örnekte görüldüğü gibi bizde hep öyle yapıyoruz.

Fıccın’ın her gün değişen menüsü en büyük özelliklerinden biri. Bu sayede her zaman farklı lezzetler tatma şansına sahip olabiliyorsunuz. Mekânın hiç değişmeyen ve mutlaka her gelindiğinde sipariş edilmesi gereken bir diğer yemeği, Çerkez mutfağının klasik mezelerinden Çerkez tavuğu… Yazımın girişine aldanıp Fıccın’ın sadece Çerkez mutfağına ait yemekleri servis eden bir restoran sanmayın. Menüde her zaman özellikle vejetaryenler için düşünülmüş, ege mutfağının klasikleşen zeytinyağlı yemeklerini, pilav çeşitlerini ve Püreli rosto gibi et yemeklerini bulmak mümkün. Mekânda, sebze yemeklerinde ve zeytinyağlılarda kullanılan özel sızma zeytinyağı Ayvalık'tan getirtiliyor. Diğer yemeklerde ise mısırözü yağı ve tereyağı tercih ediliyor.

Günlük olarak hazırlanan yemekler resimlerde gördüğünüz gibi küçük tabaklarda servis ediliyor. Bana sorarsanız hangi yemeği sipariş ederseniz edin Fıccın’da tek tabak yemekle doymak pek mümkün değil.
Abartıyor muyum bilmem ama işin güzel kısmı zaten çeşit çeşit mezelerle masayı donatmak ve arkadaşlarınızı konuştururken çaktırmadan tabaklarda ne varsa, fırından yeni çıkmış sıcacık ekmeklerle silip süpürmek :)
Şahsen ben Fıccın'a hep akşam saatlerinde gittiğim için sabahları kahvaltılık olarak servis edilen meşhur poğaçalarını, elmalı kurabiyelerini ve ıspanaklı/peynirli gül böreklerini henüz tatmış değilim. Ama emin olduğum bir şey var ki özellikle ev yemeklerinden hoşlananlar kesinlikle Fıccın’da yabancılık çekmeyecekler.
Fıccın’ın sadece bir lokanta olmadığını, lezzet anlayışını sürekli yeni ürünlerle çoğaltmak için çalışan, farklı mutfak anlayışını konuklarıyla paylaşan bir mekân olduğunu söyleyen restoran sahibi Leyla Hanım, gördükleri ilgiden oldukça memnun. Pek çok dergiye, gazeteye de haber olmuş Fıccın’a, özellikle Hürriyet gazetesinin yaptığı bir araştırma sonucunda Türkiye’de ikinci, İstanbul’da birinci seçtiği Çerkez mantısını (Gabın) yemek için mutlaka gitmeli.
Çerkez mutfağının en çok kullanılan ürünlerinden patates ile doldurulan mantı hamurları, benim Kayserili anneannemin de yaptığı klasik mantı boyutlarından oldukça büyük. Hızınızı kesmemesi için mantıyı da paylaşmanızı ve ucucaparklarla ikimizin ısrarla tavsiye ettiği Köpoğlu’nu da (yoğurt soslu patlıcan) tatmanızı öneriyoruz.

*Fıccın, her gün 07:00-21:00 saatleri arasında hizmet veriyor.
**Kredi kartı geçiyor.
***Fıccın’ın her gün değişen menüsünü ve fiyatları, www.ficcin.com’dan takip edebilir, eve sipariş hizmetinden yararlanabilirsiniz.
Kallavi sokak No:13/1 Tel: 0212 293 37 86

27.7.10

Bazıları Sıcak (ve Marilyn Monroe) Sever : Bir İkon Üzerine

,


Popüler kültürün kendi ikonlaştırdığı isimleri periyodik olarak geri dönüştürüp bizi maruz bıraktığı imgeler döngüsünde onları kullanıp durduğundan olacak, ismini ve cismini bilip yaptığı işin kendisini hiç görmediğimiz, dinlemediğimiz bir sürü isim var. Michael Jackson böyle bir isim mesela biz 80ler sonu çocukları için, çok büyük ve popüler olduğu döneme hiçbirimiz yetişemesek de hepimiz bir şekilde pop müzik için ne kadar önemli ve ikonik olduğunu biliyoruz. Yine Michael Jackson yeni bir örnek, sadece adına ve fotoğraflarına aşina olduğumuz örnekler de var, fotoğraflarının üzerinde bulunduğu t-shirtler, çantalar yok satan Audrey Hepburn, ya da günümüz genç Hollywood aktörlerinin karşılaştırılmamaları neredeyse imkansız olan James Dean mesela. 2010 yılında 20li yaşların başında ya da teenage dönemlerinin sonunda olan insanların bu isimlerin işleriyle ne gibi bir özdeşlik kurabildiklerini, dolayısıyla bu ikonlaştırma mekanizmasının nasıl işlediğini kestirmek açıkçası biraz güç olsa da şöyle de bir gerçek var ki en az bu isimler kadar başarılı olduğu tartışılmaz olan Sophia Loren veya Liza Minelli gibi örneklerin bu kadar popüler olmaması ister istemez Amerikan popüler kültürünün Avrupa'nınkine nazaran daha baskıcı ve döngüsel olarak işlediğine işaret ediyor.
Marilyn Monroe da bu örneklerden biri. Açıkçası adını ilk kez ne zaman duydum, fotoğrafını ilk ne zaman gördüm gerçekten bilmiyorum. Eminim biraz düşünürseniz hepiniz çok sansasyonel hayatı ile ilgili anlatabileceğiniz bir şeyler bulursunuz, ya da başrollünde olduğu filmlerden birinin adını mutlaka biliyorsunuzdur. Ben yapmak istediğim bir t-shirt dizaynı için fotoğraflarından birini ararken, yani demin bahsettiğim popüler imgenin yeniden üretilerek ikonlaştırılması sürecini kendim tekrarlarken farkettim aslında bu kadını hiç kendi işini yaparken, yani bir filmde izlemediğimi. En son birkaç Audrey Hepburn filmini de benzer sebeplerle izlemiştim ve genel olarak 50ler sonu 60lar başında çekilmiş bir filmin klasik olmasının dışında bir şey vaad etmemesi sıkıntısını saymazsak memnun da kalmıştım izlediğim şeyden. Ne yazık ki Marilyn Monroe'da aynı şey söz konusu olmadı.

İzleyeceğim ilk Marilyn Monroe filminin yine adını nereden duyduğumu bilmediğim Some Like It Hot olmasına karar verdim ve filmi mümkün mertebe objektif olmaya, kendi dönemi içinde değerlendirmeye çalışarak izlemeye başladım. 6 Oscar adaylığı olan ve En İyi Kostüm dalında da ödüle layık görülen filmin biz Türk izleyicileri için en büyük sıkıntısı film başlar başlamaz kendini gösterdi ne yazık ki. Çünkü bu filmin senaryosu, şimdi ismini hatırlayamadığım bir Türk filminin senaryosu ile aynı. Daha doğrusu Türk yapımı olan film Some Like It Hot'ın senaryosunu birebir çalmış. Filmin konusunu biraz anlatınca siz de hatırlayacaksınızdır eminim..İki müzisyen ve çok yakın arkadaş Jeff ve Joe bir mafya suçuna tanık olurlar ve hayatlarını güvenceye almak için kadın kılığına girerek sadece kadınlardan oluşan bir koroya katılırlar. Bu koroda Joe çok güzel ama erkeklerden çok çekmiş, kendine zengin, yatı katı olan bir aşk arayan Sugar ile tanışır ve ona aşık olur. Ancak kadın kılığında ve beş parasız olduğu için kendine zengin bir erkek kılığı edinip Sugar'ı baştan çıkarır, bu arada arkadaşı Jeff'in de kadın kılığındaki haline talip zengin bir çatlak da çıkar. Gerisi de gırgır şamata işte. Türk versiyonunda yanlış hatırlamıyorsam Aydemir Akbaş Jeff rolündeydi :) Hatırladınız değil mi? :D

Filmin senaryo itibariyle bizim için pek bir albenisi olduğu söylenemez kısacası, hikayeye daha önce çok maruz kaldığımızdan filmin komedi unsurunun da bizim üzerimizde ne yazık ki işlemesi pek mümkün değil. Marilyn Monroe ise Joe'nun aşık olduğu Sugar Kane rolünde tam bir "aptal sarışın"ı oynuyor ve bunu işin kötü tarafı filmde içinde bulunduğu durumlardan çıkarmıyoruz, arada bir dolayım söz konusu değil, Sugar birkaç kez kendisi "Çok akıllı değilim." diyor. Sadece kızlardan oluşan bir koroya katılmasının nedeni de devamlı kendisini ezip geçen, "kafasına tabak fırlatan" müzisyenlerden uzak durmak, çünkü yine kendi sözleriyle "iradesi yok". Ayrıca alkolik ve hayat planı yatı olan milyoner ve gözlüklü bir para babası bulup evlenmek. Şimdi bunları görüp sinirlenmemek, ya da filmin senaristine sayıp sövmemek mümkün değil, filmdeki genel kadın tasviri (filmdeki neredeyse her kadın en az bir kez sözlü cinsel tacize maruz kalıyor ve bu durum onaylanıyor) çok sinir bozucu ve küçültücü ama o dönemde böyle durumlar henüz sexist görülmüyor ne yazık ki.

Sinir bozucu karakterini göz ardı ederseniz eğer, Marilyn Monroe filmde gerçekten büyüleyici. Oyunculuğu için söylemiyorum bunu, çünkü rolü bir oyuncuyu zorlayacak bir rol değil, ancak gerçekten günümüzdeki ününü hak eden bir güzelliği var. Filmde şarkı söylemenin yanı sıra ukelele de çalıyor ve dans ediyor. Sahnede de çok başarılı olduğunu söylememe gerek yok sanırım :) 60larla ilişkilendirebileceğiniz moda ve güzellikle ilgili her şey Monroe'da vücut bulmuş resmen. Filmle ilgili okuduğum birkaç şey de oyunculuğuyla ilgili sorunlara olduğu kadar sansasyonel hayatına da gönderme yapıyor. Film sırasında hamileymiş mesela, bunu filmde de gözlemlememek mümkün değil nitekim, ancak kendisinin bilinen bir çocuğu yok. Dolayısıyla çocuğu düşürdüğü var sayılıyor. Annesi dul ve akıl hastası bir kadın olduğundan çocukluğu bakım evlerinde geçmiş, iki yaşında şiddete maruz kalmış, altı yaşında neredeyse tecavüze uğruyormuş, 16 yaşındayken "baba" diye hitap ettiği bir adamla evlenmiş. Bunların hepsi imdb gibi çok bilinen bir kaynaktan öğrenebileceğiniz, Monroe'nun biyografisinin ilk satırından bilgiler. Tüm bunları okuduğunuzda ve bugünü geçtim dönemindeki başarısını (Monroe, Golden Globe sahibi bir oyuncu) göz önünde bulundurduğunuzda Marilyn Monroe'nun hayatı tam bir gece 12'de sona eren Külkedisi öyküsü. Ancak, en çok bilinen rollerinden biri olan Some Like It Hot'taki oyunculuğuyla, popüler kültürün acımasızca tüketmeye devam ettiği, Madonna ile başlayan en son Lady Gaga ile karşımıza çıkan müzik dünyasından isimlerin kopya ettiği "güzel yüzler"den sadece biri. Tek farkı "ilk" olması.

22.7.10

eyeliner dosyası 3: göz kalemleri

,

eyeliner dosyas
ının birinci ve ikinci yazılarında jel ve keçe uçlu/likit eyelinerlardan bahsetmiştim. bu yazımda da büyük ihtimalle en uygun fiyatlı kozmetik ürünlerinden olan göz kalemlerinden bahsetmek istiyorum.

bir allığa veya ruja renk çeşitliliği veya kalıcılığı için 30-40 tl verdiğim oluyor. ancak söz konusu olan göz kalemi olduğunda yerli ve uygun fiyatlı markaların ürünlerini (örneğin flormar ve emily) çoğunlukla ünlü ve görece daha yüksek fiyatlı markaların ürünlerine (örneğin mac ve dior) tercih ettiğimi söylemem gerekir. çünkü bana göre, bu yerli markaların göz kalemlerinin kalıcılık ve renk çeşitliliği açısından büyük markalardan arda kalır yanı yok.

buna verebileceğim en iyi örnek ilk sırada siyahını görebileceğiniz flormar ultra eyeliner serisi. çok kalabalık olmasın diye fotoğraflarken her markanın birer rengini seçtim ve karşılaştırabilmek adına siyah/gri renkleri tercih ettim, ancak belirtmem gerekir ki bu serinin her rengi birbirinden güzel. siyahın koyuluğundan ve kalıcılığından memnun kalınca morunu da aldım ve mor siyahtan bile daha kalıcı! siyah gün ortasında doğru çoook az silikleşebiliyor, ama mor gün boyu kesinlikle silinmiyor ve bulaşmıyor. ben yağlı cilde ve bir o kadar da yağlı göz kapaklarına sahip biri olarak akmayan bir göz kalemini bulma ümidini çoktan yitirmiştim, ancak flormar beni şaşırttı. zaten birçok makyaj blogu, ambalajları değiştikten sonra flormar'ın kalitesini ne kadar yükseldiğinden bahsetmişti, ben de hem allıklarını, hem lipglosslarını hem de göz kalemlerini severek kullanıyorum, herkese tavsiye ederim. (daha sonra allıklardan ve lipglosslardan da bahsedeceğim) ben cevahir'deki flormar standından 5-6 tl'ye aldım. merak edenler flormar'ın web sitesinden diğer renklere de bakabilirler. bendeki siyah ve mor tamamen mat, standda baktığım açık mavi ve altın renkleri biraz parıltılıydı.

high-end markaların ürünlerinin her zaman çok iyi çıkmayabileceğinin kanıtı da ikinci sıradaki dior trinidad black. bu göz kalemini bana yıllarca akan göz kalemlerinden şikayet etmek suretiyle başının etini yediğim annem sanırım 5-6 sene önce almıştı. üstünden epey vakit geçtiği için rakamı net hatırlamıyorum ancak iyi de bir para ödemişti. buna karşılık sonuç malesef hayal kırıklığı olmuştu. çünkü evet, dior'un göz kalemi çok koyu bir siyah, evet çok kolay sürülüyor ve öyle yumuşak ki gözü hiç rahatsız etmiyor; ancak akıyor. tabi ben bu kadar para verdikten sonra kalemi kullanmamazlık edemezdim, o yüzden aksa da koksa da uzunca bir süre kullandım ve koca kalem minnacık kaldı. kısacası dior'un trinidad black'ini tavsiye etmiyorum, belki göz kapaklarınız benimki gibi yağlı değilse memnun kalabilirsiniz ancak ben olsam 4-5 tl'ye çok daha uygun alternatifler varken dior'u tercih etmezdim.

uygun fiyatlı bir diğer göz kalemi de makyaj çantamdan hiç çıkarmadığım avon glimmersitck diamonds'ın smokey diamond rengi. koyu gri/füme denebilecek bir rengi var. çok makyajlı görünmek istemediğim veya vaktimin kısıtlı olduğu günlerde elim sıklıkla buna gidiyor, çünkü hem siyah eyelinera (veya kaleme) kıyasla daha yumuşak bir ifade veriyor, hem de gün içinde akma problemi olmuyor. kalıcılığı da gayet iyi. ayrıca bazı simli göz kalemleri insanın gözünü rahatsız edebiliyor, ancak ben bunda böyle bir sorun yaşamadım. yalnızca hafif bir parıltısı var. birkaç ay önce indirimle 6-7 tl gibi bir fiyata almıştım. bence denemeye değer bir ürün.

marjo avon glimmersitck diamonds'ın üç rengini mac pearlglide liner'larla kıyaslayan şahane bir yazı yazmıştı, merak edenler şuradan bakabilirler.

son sırada
emily göz kalemi var. hemen hemen bütün parfümerilerde 2-3 tl'ye çeşit çeşit rengine rastlayabileceğiniz bu kalemlerin grisini severek kullanıyorum. emily #120, swatchlarda da görebileceğiniz gibi avon smokey diamond'a kıyasla daha açık bir gri. bendeki diğer renkleri #116 (hafif ışıltılı lacivert), #118 (ışıltılı mavi) #114 (mat ördek başı yeşili) ve #119 (ışıltılı yeşil). sabah çıkıp işe gideceksem far filan sürdüğüm çok çok nadirdir, genellikle gözümün üstüne siyah jel eyeliner çekiyorum. biraz daha renk gelsin istersem bunlardan birini gözümün içine (waterline denilen kısma) çekiyorum ve hiçbir akma-bulaşma olmadan gün sonuna kadar idare ediyorum. göz üçüne çekince hafif bir silikleşme oluyor haliyle ama onun da olmaması sanırım imkansız. emily'nin göz kalemlerini 2-3 tl verip renk renk alabildiğim ve hiçbir problem yaşamadan kullanabildiğim için seviyorum.

swatchlar:
bir sonraki makyaj yazımda iki benefit creaseless cream shadow/liner'dan bahsedeceğim.

Local Natives'in Gorilla Manor'ı Bu Senenin En İyi Albümlerinden (mi?)

,

Local Natives, Beach Boys ve Fleetwood Mac gibi kült isimleri dinlemeye başladığım ve dolayısıyla da elimin başka hiçbir şeye varmadığı son zamanlarda bana kendini dinletmeyi başarınca ve bir de son birkaç gündür kafamda grubun debut albümü Gorilla Manor'ın dönüp durduğunu fark edince, sizlere nedense adını etrafta pek duymadığım gruptan biraz bahsedeyim istedim.
Local Natives Los Angeles çıkışlı, afro-pop etkileşimli gitarları sebebiyle Vampire Weekend'e, folk tınıları ara ara sezilen vokalleri dolayısıyla da Fleet Foxes'a ve hatta Arcade Fire'a benzetiliyor. Ben genel olarak bu tür benzetmelerden insana sağ gösterip sol çaktıkları ve hangi tarafa haksızlık ettikleri belli olmadığı için pek haz etmem ama, söz konusu Local Natives olunca bu göndermeler işlevsel bir nitelik kazanıyor, çünkü bu gruba, benzetmenin "güzel" tarafında oturan gruplara yapıştırılan etiketlerin hiçbiri tam olarak oturmuyor. Local Natives; Vampire Weekend, Arcade Fire, Fleet Foxes, The National hatta zaman zaman Bloc Party tınılarını duyabileceğiniz bir grup. Bu onlara benziyorlar, ya da ben haz etmediğimi az önce beyan ettiğim haltı tekrar ediyorum demek değil ne yazık ki. Local Natives, günümüzde hem ticari başarı kazanmış hem de burnu büyük müzik eleştirmenlerinden küsüratlı geçer notlar almış çağdaş çoğu indie grupta bulunan müzikal etkileşimlerin sentezi bir müzik yapıyor. Sonuç olarak ortaya çıkan tek kayıtları Gorilla Manor ise hem akılda kalıcı, hit potansiyelli hem de tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz çok enerjik, muhteşem bir albüm. E o zaman nedir bu yazının tonu diyeceksiniz, onu da şöyle açıklayayım..
Bu tür şarkılarının tek ortak paydası "her çiçekten bal alırım" olan debut albümler bende bir grubun geleceği adına her zaman kaygı yaratmıştır, çünkü bu "sentez" ya da adına ne derseniz deyin, Gorilla Manor'da da karşımıza çıktığı gibi ne kadar başarılı olursa olsun, grubun ilerleyebileceği yolla ilgili ip ucu vermiyor ve bence grubun kendine özgü bir takipçi kitlesi edinmesinin önüne de taş koyuyor. Yine benzetmelerimize geri döneceğim ne yazık ki ama, Local Natives ne kadar bütünlüklü, birbirinden farklı genrelar arasında ustalıkla dans eden bir albüm kaydetmiş olursa olsun, kendine tüm bunların içinden herhangi bir yöntemle bir kimlik yaratmadığı sürece, bundan sonra varacağı nokta asla Fleet Foxes'ın varacağı nokta kadar heyecan verici olmayacaktır. Ha, bunları diyorum diye kendimi de kötü hissetmiyorum sanmayın, ki albümü dinleyip çok sevdiğim ve gerçekten çok başarılı olduğunu düşündüğüm için etmemem de mümkün değil, ancak herhangi bir eserde orijinaliteden bahsetmenin imkansız olduğunu kabul etmenize rağmen bir grup o çok başarılı albümlerini dinlerken kafanızda bir şekilde başka grup isimlerinin dönmesine sebep oluyorsa, siz de ister istemez elinizdeki albüm için istediğiniz gibi heyecanlanamıyorsunuz. Bu durumda son sözüm şudur ki, bu senenin en iyi kayıtlarından biri olan Gorilla Manor'ı indie müzik takipçisi iseniz mutlaka dinleyin, karşınızdaki ayırdığınız vakti sonuna kadar hak eden iyi kotarılmış bir albüm. Ancak grupla ilgili bir fikir oluşturmak için bundan sonraki albümü bekleyin, en azından ben öyle yapacağım :)

20.7.10

Metro 2033 Romanı Türkiye'de!

,

Bilgisayar oyunu insanı değilim, hiç de olmadım. Sims'in çeşitli varyasyonları dışında da herhangi bir oyuna elimin gittiğini pek hatırlamıyorum. Lakin oyun seven pek çok tanıdıktan kulağıma çalınan oyunlar da yok değil tabii ki. World Of Warcraft bunun başında gelenlerden tabii ki. Asassin's Creed de bir diğeri... Bu oyunları neredeyse hastalık halinde oynayan dostlarımdan bildiğim kadarıyla da, ne zaman bu oyunlarla ilgili bir video, yazı, trailer vs. bir şeye denk gelseler, bir süre onlar için dünya bundan ibaret oluyor.

İşte bu yazı da "duyanlar duymayanlara anlatsın" hevesiyle yazılmış, bir kitap duyurusu! Kulağıma sağdan soldan çalınan nadir oyunlardan bir tanesi de Metro 2033.


Aslen bir kitaba dayandırılarak yaratılmış bu oyunun Dimitry Glukhovsky imzalı kitabı da nihayet Türkçe olarak Gürer Yayınları tarafından basıldı. Oyunu oynamadım ama bir sürü insanın oyunu en az iki üç kez bitirdiğini ve oyunun bir sürü hayranı olduğunu biliyorum. PC ve XBOX için aynı adla Mart 2010'da piyasaya sürülen oyunun kitabı Türkçe'ye yeni basılmış olsa da, yurt dışında büyük olay yaratmış, memleketi Rusya'da 1 milyon satmış, ve toplamda 25 dile çevrilmiş.

Konusu, tahmin edilebileceği üzere oyunla aynı. Olay mahali dünyanın en büyük nükleer sığınaklarından biri olan Rusya metrosu. Şöyle ki:

"Yıl 2033....Nükleer savaş sonrası enkaz haline gelen dünyada insan soyu neredeyse tükenmiş ve radyasyon yüzünden kentler neredeyse yaşanmaz bir halde. Hayatta kalan bir kaç bin kişi yer altına, dünyanın en büyük nükleer sığınağı olan Moskova Metrosu'na sığınıyor. İstasyon mini devletlere bölünmüş. Tek bir amaç var, o da ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak. Genç Artyom'a yaklaşmakta olan karanlık tehlikeye karşı halkı uyarması için Metro'nun kalbi, "Polis" istasyonuna gitme görevi verilir. Metro'nun belki de tüm insanlığın kaderi Artyom'un elindedir artık....."

Gürer Yayınları'ndan çıkan Türkçe baskısının içinde renkli Moskova metrosu haritaları da yer alıyor. D&R gibi büyük kitap marketlerde bulabilirsiniz. Tüm oyun hayranlarına iyi okumalar!!!

Yazar: Dimitry Glukhovsky
Çeviri: Deniz Banoğlu
Çıkış Tarihi: Mayıs 2010
Sayfa Sayısı: 568
Fiyatı: 25.00 TL








16.7.10

savaş çağı umut çağı: bir yirmi yaş güncesi

,

şu yazımda cangençlik'in ilk kitabı yayınlandığında onun hakkında bir yazı yazacağımdan bahsetmiştim. işte bu yazıyı, oya baydar'ın "savaş çağı umut çağı" üzerine yazıyorum.

üniversitede okurken sıkça tartıştığımız konulardan biri, bir metni ele alırken metnin yazıldığı dönemin koşullarını, yazarla ilgili kişisel bilgileri göz önüne almak gerekir mi, yoksa metni tek başına, diğer her tür bağlantıdan bağımsız bir bütün olarak değerlendirmek daha mı doğrudur ("yeni eleştiri"yi destekleyenlerin yaptığı gibi) meselesiydi. "savaş çağı umut çağı" hem türkiye'de gençlerin ciddi anlamda politize olduğu bir dönemi ele aldığı, hem de "bir yirmi yaş güncesi" alt başlığından da anlaşılabileceği gibi 20'li yaşların başında bir yazarın yine aynı yaşlarda genç bir kızın hayatını anlattığı bir roman olması açısından, dönemin koşullarını ve yazarın kendisini göz ardı ederek değerlendirilmeyi neredeyse imkansız kılıyor.

annem ve babam "savaş çağı umut çağı"ndan bir sonraki üniversiteli kuşağın politik ortamında aktif olmuş insanlar olsalar da, gençlik anılarından hiç bahsetmezler. nedendir bilinmez, ben de hep anlatsınlar isterim, o günleri bizzat yaşamış, sokaklara dökülen kalabalıkların içinde yer almış insanların ağzından dinlemek isterim, ama bugüne kadar ağızlarından çok az şey alabildim. "savaş çağı umut çağı" bu açıdan çok çok önemli bir kitap bir defa. 60'lı yılların gençliğinin yaşadıklarını, ikilemlerini, çatışmalarını o dönemi yaşamış birinin, tam da o günlerde yazmış olması çok farklı bir bakış açısı getiriyor önümüze. kitabın ana karakteri (adı kitap boyunca hiç geçmiyor) farklı arka planlardan gelen arkadaşlarıyla ilişkilerini, annesiyle yaşadığı kuşak çatışmalarını, aşka ve cinselliğe bakışını, özgürlüğe düşkünlüğünü ve inanç-inançsızlık arasındaki gitgellerini tamamen kişisel bir bakışla anlatırken, dönemin politik ortamına "insancıl" bir boyut getiriyor. bu sayede, o yılları, dönemin ruhunu belki de en iyi yansıtabilecek genç bir kızın gözünden görme imkanı sağlıyor. "savaş çağı umut çağı"nı sevmemin en büyük sebebi bu; bugüne kadar okuduğum, 60'lı yılları anlatan kitapların tümü politik bir kaygıyla yazılmış, bir görüşü aşılamaya çalışan, ve bu açıdan son derece genelleyici, "bağıran" kitaplardı. "savaş çağı umut çağı"nın böyle bir derdi yok, bu nedenle de o yıllarda yazılmış kitapların çoğundan ayrı bir yerde duruyor.


"savaş çağı umut çağı"nı yukarıda bahsettiğim tüm bağlantılardan bağımsız değerlendirmek istemememin bir sebebi de kitabın 20'li yaşların başındaki bir yazar tarafından yazılmış olmasının getirdiği bazı acemilikleri barındırıyor olması. örneğin, yazarın bazı meselelerin çok üzerine gittiğini ve anlatının her adımında bunları tekrarladığını fark etmemek mümkün değil. ayrıca, ana karakterin inançsızlığı ve özgürleşme arzusu, her ne kadar kitabın temel öğelerinden olsa da, devamlı tekrarlandığı için ve okuru biraz yoran bir mevzuya dönüşüyor. ana karakterin annesiyle sürekli tartışması, gençlerin kendilerinden bir önceki kuşakla çatışması temasının da sıklıkla vurgulanmasına yol açıyor ve bu tekrarlarda yazar, anne-babalarla çocukların ilişkilerine, jenerasyonlar arası farklara ve bu nedenle ortaya çıkan problemlere dair genellemelere düşmekten kaçınamıyor.
özellikle birinci bölümdeki "babalarımız: hep haklı olduklarına inandığımız kişiler" (sayfa 22) şeklindeki genelleyici cümleler metnin akıcılığını bozan öğeler olarak karşımıza çıkıyor.

elbette, romanın yazıldığı dönemin edebiyat ortamı ve yazarın kitabı genç yaşta kaleme almış olması göz önüne alındığında kitapta bu tür aksaklıklar olması doğal karşılanabilir.


buna karşılık oya baydar, hikayesini anlatmak için seçtiği yolu deneyimli yazarlara taş çıkaracak kadar ustalıklı bir şekilde kullanıyor. evle ilgili sorunlardan okuldaki meselelere, ardından mehmet'le ilişkilerine, oradan da sevgi'nin sorunlarına geçerken okuru hiç rahatsız etmeyecek bir akışkanlıkla sürdürüyor anlatımı. kitabın beş bölümü farklı zamanları, mekanları ve karakterleri barındırıyor fakat yazar anlatımı oradan oraya atlıyormuş gibi gözükmeden ya da bilinç akışındaki gibi karmaşıklaşmadan sürdürmeyi başarıyor.


sonuç olarak, "savaş çağı umut çağı" yalnızca genç okurların değil, 60'lı yılları gençlerin gözünden görmek isteyen herkesin sıkılmadan okuyabileceği bir roman. cangençlik'in ilk kitap olarak "savaş çağı umut çağı"nı seçmiş olması da bence çok doğru bir tercih olmuş. bu arada "savaş çağı umut çağı" gördüğüm en çarpıcı kitap adlarından biri olabilir, onu da söylemeden edemeyeceğim.


cangençlik'in bundan sonraki eylemlerini merak ediyorsanız şuraya bakmanızı da öneririm.


bir sonraki edebiyat yazımda cortazar'ın "ayakizlerinde adımlar"ından bahsedeceğim.

14.7.10

Gotik Edebiyat: Udolpho'nun Gizemleri

,

Cadı dizileriyle ilgili bir ton şey karalamışken, gotik edebiyata girmemek olmazdı. Önceden belirtmem gereken konu şu ki, şayet gotik edebiyatın ilk örneklerine dalmaya karar verirseniz, aklınızı bugünün standartlarından uzaklaştırmanız gerektiği olacak. Bugün bize klişe gelen bir sürü detayın, o zamanın okuyucularının korkulu rüyalar görmesini sağladığını unutmamak lazım. Dolayısıyla nacizane tavsiyem beklentileri 18. yüzyıl civarında sınırlı tutmak gerektiği yönünde olacak.

Gotik edebiyat örneklerini sıralamak için ciltler dizmek gerekebilir tabii. Ama ben, ilk olarak Udolpho'nun Gizemleri ile başlamayı uygun buldum. Orjinal adı The Mysteries of Udolpho olan kitabın yazarı Ann Redcliff. 1794'te dört kitap halinde basılan Udolpho'nun Gizemleri, Emily St. Aubert'in talihsiz maceralarını anlatıyor. Roman, içerdiği korku ögeleri, doğaüstü yan hikayeleri, ana karakterleri ve mekanlarıyla Gotik romanın en tipik örneklerinden birisi. Fakat dönem okurları tarafından bugün bizde Alacakaranlık serisinin yarattığı türden bir heyecan yarattığını da belirtmek lazım. Ortada çıplak dolaşan erkek karakterler yok tabii, ama hikayenin baştan sona bir damsel in distress vakası olduğunu da söylemek lazım. Burada da her daim kurtarılmaya muhtaç kızımızı kurtarmaya hevesli pek çok erkek karakterimiz var. Kulağa tanıdık gelmiştir sanırım.

Emily St. Aubert, zenginliği azalmakta olan Fransız bir ailenin kızı. Babasıyla birbirlerine çok yakınlar ve doğa sevgisi gibi çok büyük bir ortak zevki paylaşıyorlar. Emily, Gaskoni'den Akdeniz'e kadar uzanan bir gezide babasına eşlik ediyor; gezi sırasında da, en az onlar kadar doğaya hayran olan yakışıklı Valancourt ile tanışıyor. Ve tabii ki Emily ile Valancourrt birbirlerine aşık oluyorlar.

Fakat acımasız kader ağlarını örüyor ve Emily'nin babası hastalanıp ölüyor. Öksüz kalan Emily, ilgisiz, sevgisiz ve kendisiyle hiçbir ortak zevki paylaşmayan halası Madam Charone ile yaşamak zorunda kalıyor. Kaba ve yaşlı bir kadın olan Madam Charone, Sinyor Montoni adlı İtalyan'la evleniyor. Montoni önce Emily ve Valancourt'u ayırıyor, daha sonra da karısı ve Emily'i uzaktaki izole ve eski şatosu Udolpho'ya götürüyor. Artık Emily ve halası Madame Charone, Montoni'nin şatosunda esir hayatı sürmeye başlıyorlar.

Fakat korkutucu olaylar burada da bitmiyor. Udolpho'da gizemli olaylar oluyor; Emily sıkça doğaüstü olaylara şahit oluyor. Madame Chrone'un ölümünün ardından büyük bir mirasa sahip olan Emily, Montoni'nin uyguladığı şiddetin hedefi halini geliyor. Emily kendisini hayalet hikayelerinin etkisinden kurtarmaya çalışırken, olaylar akılla hayal gücünün savaşına dönüşüyor ve sonuçta karşımıza Scooby Doo tadında bir kurtarılmaya muhtaç çaresiz kız hikayesi çıkıyor.

Emily'e yardım eden ve onu koruyup kollayan erkek karakterlerimiz her daim mevcut. Bu, Emily'nin dillere destan güzelliğinin de bir sonucu tabii ki. Ne de olsa Emily öyle güzel bir kız ki, bir kez bakan sonsuza dek aşık oluyor. Annelerimiz "Allah çirkin şansı versin" derken haklılarmış kanımca, zira Emily de bu güzelliğini hem kötü adamımız Sinyor Montori'nin uyguladığı kaba kuvvetle, hem de Udolpho'da duyduğu hayalet hikayeleriyle ödüyor. Yani Emily için şiddet iki türlü: İçsel ve dışsal.

Udoplho'da kaldığı süre boyunca ve sonrasında da Emily'e hayalet hikayelerini anlatanlar, hep kadın hizmetçiler. Hayalet hikayelerinin tamamı ise, kadın hayaletlerle ilgilidir. Tüm mistisizm ve tekinsizlik hissi, bu hikayeler aracılığıyla kadınlara yükleniyor; çünkü bu hikayelerin kahramanları da, anlatıcıları da, dinleyicileri de kadınlar. Ya da Kate Millet'ın sözleriyle,

“Sorumluluğun hatta suçun tüm ağırlığı...” köşesinde oturmaya razı olmayan kadının sırtına yükleniyor.

Radcliffe'in roman boyunca doğaüstü olayları değerlendirme biçimi, kadının hayallere kendini kaptırmaya ne kadar elverşili olduğu yönündeki Aydınlanmacı ve Protestan görüşü destekler nitelikte. Bu anlamda Radcliffe feminist anlamda devrimci bir metinden çok, cinsiyet, sınıf ve hiyerarşi bakımından gelenekselci bir metne imza atıyor. Bu sebeple, Udolpho'nun Gizemleri'ni aydınlanmacı bir metin olarak kabul etmek yanlış olmaz. Emily romanın sonunda, tüm hayali korkularının ardındaki mantıksal sebepleri öğrenerek, hem Montoni'nin baskısından, hem de kendi hayal ürünlerinin yarattığı dehşetten aynı anda kurtuluyor. Bu da romana az önce sözünü ettiğim Scooby Doo efektini katıyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi, Emily korktuğu anlarda bayılan, sürekli kendisini melankolik hisseden ve romantik soneler okuyan bir karakter. Tam da bu noktada romanın büyük ikilemi yaratılıyor: Akıl ve Duygular. Emily'nin roman boyunca en büyük savaşı da aklının duygularına karşı verdiği savaş. Gerçek ve doğaüstü arasındaki ayrım da bu savaş süresince ortaya çıkan sonuçlar.

Emily'nin Udolpho'ya doğru çıktığı yolculuk, bu anlamda içsel olarak değerlendirilebilir. Roman ilerledikçe en başta hayalperest ve romantik bir karakter olan Emily'nin, romanın sonlarına doğru mantığına sıkı sıkı sarılan bir karaktere dönüşümünü izliyoruz.

Doğaüstü olaylara dair olan korkusu da esaret halinde ortaya çıkıyor. Emily yalnızca taş duvarlar ardına kapatılmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi zihninin içine de hapsediliyor. Jale Parla'nın sözleriyle:

"Ev, oda, yatak gibi mekanlar kadın yazarların eserlerinde engellenmeyi, hapsolmayı, tutsaklığı simgelerler. Tutsaklıkla özgürlük ayrı kutuplar olarak yazıda rüyalarla, kabuslarla ve hayallerle anlatılır. Çünkü rüya ve hayaller çatısızken, kabuslar klostrofobiktir."

Eski edebiyata, gotik romanların ilk örneklerine meraklıysanız Udolpho'nun gizemleri size istediğinizi verecektir. Jane Austen'ın daha sonra Northanger Abbey'de dalga geçtiği gibi, kitabı okurken kendinizi kaybetmiyorsunuz, ya da bugünün jargonuyla bir çeşit Alacakaranlık-vari etkiye kapılmıyorsunuz ama insana "nereden nereye" sorusunu cevaplamada oldukça iyi ipuçları sunduğunu söyleyebilirim.

Kitabı okumak isteyenler Pandora'ya bakabilirler.

12.7.10

+ Profiterol, Cihangir

,

Ağzımı şapırdata şapırdata bu yazıyı yazarken ne kadar heyecanlandığımı tahmin edemezsiniz. Bir iki porsiyon üst üste sipariş verip sonradan beni saatlerce pişmanlığa iten profiterol bağımlılığımı başkalarının üzerine atıp artık kurtulmak istiyorum. Söz konusu tatlı olduğunda kendini kontrol edebilen insanlardan hiçbir zaman olamadım. Son dönemlerde bozduğum diyetlerin, sipariş vermeye bahane olsun diye eve misafir çağırmak istemelerimin tek suçlusu + Profiterol. Bu yazıyı yazıyorum çünkü ben bu tatlı krizlerinden kurtulamıyorsam sizleri de peşimden sürüklemek istiyorum.


Resimlerde göründüğünden çok daha lezzetli profiteroller ve eklerler yapan + Profiterol, pek çok sütlü tatlı ve dondurma alternatiflerine sahip olsa da özellikle çikolatalı tuzaklar konusunda uzmanlaşmış durumda. Cihangirde birkaç ay önce hizmete başlayan bu cennet mekânı ilk olarak bana sürekli diyet yapmam gerektiğini söyleyen kendisi de şeker hastası olan annem keşfetti. Evime birkaç metre uzaklıkta olması ve en sevilen müşterilerinden olmam sebebiyle, içinde 8 adet ekler (küçük boy eklerler) bulunan porsiyonlar, bana özel 10’ar 15’er adetli paketler halinde fazlasıyla torpilli gönderilmeye başlandığından beri iyice ipin ucunu kaçırmış durumdayım. Al bir kısmını yarın yersin iradesine sahip olabilen bir insan olmadığımdan, bu işin içinden nasıl çıkacağımı bir türlü çözemiyorum. Aslında sizler sipariş vermeye başlar ya da siparişlerinizin sıklığını arttırırsanız, geç saatte gelen krizlerime stokların tükenmiş olması bir dur olabilir. :)
Her gün taze taze hazırlanan tatlılar, sabah 10.30-11.00 gibi vitrinde yerlerini alıyorlar. Şimdilik küçük sayılabilecek bir dükkânda hizmet verdikleri için özellikle gidip orada yenebiliyor mu bilmiyorum ama istenildiğinde sadece bir porsiyon tatlıyı bile güleryüzle kapınıza kadar getirebiliyorlar. Özsüt gibi isim olmanın verdiği şımarıklıkla saat geç, hava yağmurlu gelemeyiz gibi bahaneler asla üretmiyorlar. Geç saatlerde gelen tatlı krizlerini önlemek konusunda + Profiterol’e gerçekten güvenebilirsiniz.

+Profiterol günlük siparişlerinizin yanında, isteğe göre partilere özel profiterol kuleleri de hazırlıyorlar. İçi ister beyaz, ister çikolata kremalı olsun seçtiğiniz tatlınızı en güzel şekilde, istediğiniz saatte kapınıza kadar getiriyorlar.
**Ay sonu, param kalmadı diyenler için kredi kartının da geçerli olduğunu hatırlatırım.



Profiterol, beyaz ve siyah çikolatalı ekler dışında bende bağımlılık yaratan bir diğer ürün de Keş. Altındaki yumuşacık kekiyle Supangle’yi hatırlatan Keş, adını üzerindeki kestaneli kremadan alıyor. Tek kelimeyle enfes! Enfes! Enfes!
Pürtelâş Hasan Efendi Mah. Akyol Sok. No:1/A Cihangir
0212 243 59 00
* + Profiterol’ün bana sorarsanız ekledikleri
cömert hediyeler bir yana, 8 adet ekleri 5 TL’ye yiyebileceğiniz porsiyonları, normal insanlar için, :) oldukça yeterli boyutlarda.
**Keş 5 TL, Profiterol 5 TL (250 gr), Keşkül, Fırın Sütlaç gibi sütlü tatlılar 3 TL, Dondurmalar 2 TL (1 top).

*** + Profiterol’e www.yemeksepeti.com’dan da ulaşabilirsiniz.

10.7.10

eyeliner dosyası 2: likit ve keçe uçlu eyelinerlar

,

bir önceki yazım
da jel eyelinerlardan bahsetmiştim, bu sefer de iki keçe uçlu eyelinerla bir likit eyelinerdan bahsedeceğim.



keçe uçlulardan ilki maybelline line definer. bir ara maybelline ürünlerinde iki alana bir bedava varken almıştım bunu. diğer eyelinerlarım siyah olduğu için, daha doğal bir görüntü istediğimde kullanabileceğim bir şey olsun istedim ve kahverengisini aldım. fakat malesef kalıcılığı çok kötü, sabah sürüyorum ve gün ortasında epey silikleşmiş oluyor. bu nedenle artık kullanmıyorum. belki siyahı daha kalıcıdır, ama bu renginden ben memnun kalmadım. fiyatı sanırım 11-15 tl gibi birşeydi.

lancome artliner littlemermaid'in kullanıp memnun kaldığı bir üründü. ben de makyaj çantamda taşıyabileceğim bir eyeliner istiyordum. hem jel eyeliner hem de fırça taşımak yerine daha az yer kaplayacak bir liner ararken strawberry'de artliner'ın fiyatının 27tl'ye düştüğünü görünce hemen aldım, çok da memnunum. kalıcılığı gayet iyi ve bazı keçe uçlu linerların aksine ince çizgiler de çekebiliyorsunuz. jel eyelinerların kullanımı bana biraz daha kolay gelse de, artliner da gayet başarılı bir alternatif. türkiye'deki satış fiyatı 50 tl'nin üstünde diye biliyorum.

nivea expert eyeliner benim ilk linerımdı, bundan 4-5 tane de bitirmişimdir. fırçası çok ince olduğu için ince çizgiler çekmek isteyenlerin tercih edebileceği bir likit liner. kalıcılık açısından da hiçbir sorun yaşamadım. yine de jel eyeliner kullanmaya başladıktan sonra elim buna pek gitmedi. daha ucuz ve heryerde kolaylıkla bulunabilen bir marka olduğu için tercih edilebilir. fiyatı 20 tl civarı sanırım.

swatchlar:

bu arada, geçen sefer yazmayı unutmuşum, ben eyeliner'ı mac'in sitesinde gördüğüm şu videodaki yöntemle sürüyorum, bana en kolayı bu gibi geliyor. hem jel hem de likit ve keçe uçlu linerlarda en dıştaki kuyruk kısmından başlayıp göz bebeğimin olduğu yere kadar bir çizgi çekiyorum, sonra altını doldurarak bu kısmı hafif kalınlaştırıyorum. sonra da buradan gözümün içine kadar ince bir çizgi çekerek tamamlıyorum.

bir sonraki yazıda birkaç göz kalemini karşılaştıracağım.

8.7.10

Paris'te 2 Günlüğüne Sevgili Olmak

,
Amerikan dizi ve filmlerinde karşımıza sıklıkla çıkan artık karikatürize olmuş bir Fransız tiplemesi vardır ve bu tipleme genellikle "Fransız cinselliği" ve kabalığı etrafında döner. Bu Fransızlar ya How I Met Your Mother'da Barney Stinson'ın "elinden geçer" ama arkadaşları bunu "zafer" olarak görmez ya da İngilizce konuşmak istemezler, konuştukları zaman da aksanları yine Amerikalılar tarafından bir komedi unsuru olarak kullanılır. Bu karşımıza çok sık çıkan bir şey ve niye bilmem Türklerle ilgili stereotype haline gelen karikatürleştirmeler canımızı sıksa da, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" hissiyatından olsa gerek, bize dokunmadığı sürece böyle karakterleri ve hikayeleri çok yabancılamıyoruz ve komik oldukları sürece bağrımıza basıyoruz bir şekilde. Ben de aynı zamanda baş rollerden birinde olan Julie Delpy yönetimindeki, Amerikalı erkek Jack ve Fransız kız Marion çiftinin kız tarafının memleketinde geçen 2 gününün hikayesini anlatan 2 Days in Paris'i açıkçası bu hislerle izlemeye başladım. Uzunca bir tatile çıkmış, iki yıldır birlikte olduklarını bildiğimiz çifti filmin başında uzun süreli ilişkinin çıkmazındayken yakalıyoruz, karakterlerin birbirlerine olan yaklaşımlarından tutun da birbirlerinin ailelerine hatta cinsel hayatlarına bile sızmış bir sarkazm var. Bu filmin ilk yarısında çok eğlendirici bir atmosfer yaratıyor, siz de, her ne kadar filmin anlatıcısı anlaşılamayan sebeplerden Marion olsa da, Jack'in gözünden tamamen "uygunsuz" ve cinsellik odaklı Fransız sohbetleri ve alışkanlıklarıyla eğleniyorsunuz. Marion'a taksici sulanıyor, siz Jack için üzülüyor ama gülmeden de edemiyorsunuz, Marion'un eski erkek arkadaşlarıyla olan samimiyeti Jack'i çıldırırken siz kahkaha komasına giriyorsunuz ve bu böyle film sonuna kadar devam ediyor.


Filmin bazı noktalarında Marion eski sevgilileri ile olan ilişkilerini, onlardan aldığı mesajları açıklamaya çalışıyor, ama bir türlü nedense kendi derdini anlatamıyor, ne Jack ne de siz ikna oluyorsunuz. Ki buraya kadar da her şey şahane, film komedi filmi sonuçta ve filmin başından izleyicinin ve bu durumda da senaryonun kabul ettiği bir karikatürize durum söz konusu. -Hatta o kadar karikatürize ki filmin Amerikan yapımı olmadığına insanın inanası gelmiyor.- Ancak filmin sonunda anlatıcı Marion size izlediklerinizi açıklamakla sınırlı kalan rolünden sıyrılıyor ve Jack'le olan ilişkisinin neden bu halde olduğunu ve Paris'te geçirilen o 2 günde birbirlerini ne kadar tanımadıklarını farketmelerine rağmen, neden bu ilişkinin başka biriyle olabilecek bir ilişkiye tercih edileceğini anlatmaya başlıyor. Bunu filmin neredeyse 4'te 3'ünü Marion'ın ağzından ama Jack'in gözünden -ki burası da biraz sıkıntılı- izledikten sonra yapınca açıkçası filmin baştan tutturduğu romantik komedi tonu tamamen çöküyor ve film boyundan büyük bir şeye kalkışarak size uzun süreli ilişkilere dair bir şeyler söylemeye çalışmak gibi gereksiz bir misyona bürünmüş oluyor. Bu genel tutarsızlık açıkçası bence filmi ulaşabileceği noktalardan ve başladığı şeyin sonunu getirmekten uzak tutan bir problem.
Filmin kurgulanışı ve hikayesiyle ilgili bu sıkıntı, oyunculukları ve hikayenin çeşitli bölümlerini bayıla bayıla izlemenize engel değil tabi ki. Adam Goldberg'ün rolü -Friends severler kendisini Chandler'ın ev arkadaşı Eddie olarak tanıyacaklardır- sanki kendisi için yazılmış. Bilmediği bir coğrafyanın insanlarının kendince uygunsuz davranışlarına maruz kalmış sarkastik Amerikalı erkek arkadaş rolünde kesinlikle çok çok başarılı. Julie Delpy ise yönetmen olarak başarılı bir performans gösterse de oyunculuk ya da senaryo açısından yeni pek bir şey sunmuyor. Çok sevilen Before Sunrise ve Before Sunset'i henüz izlemedim, dolayısıyla bu filmdeki oyunculuğu üzerinden genel oyunculuğu üzerine pek bir şey söylemek istemem ama en azından 2 Days in Paris'te ön plana çıkmayan bir performans sergilediğini söylemek mümkün. Ancak filmin yan karakterleri, yani Marion'ın anne babası ve eski erkek arkadaşlarını canlandıran oyuncular en başta bahsettiğim stereotypte'tan rahatsız olmuyorsanız sizi çok çok güldürecektir.
Kısacası 2 Days in Paris ortalama romantik komedilerden sıkılmış ama çok kafa yormayacak bir boş vakit filmi arayanları tatmin edecek Parisian bir komedi filmi ve Marion'ın film sonundaki monologunu göz ardı ederseniz eğer, farkında olmadan uzun süreli ilişkiler üzerine gerçekçi gözlemlerde bulunuyor. Adam Goldberg hatrına bile olsa izleyin derim.

Günebakan/Ayçiçeği (Helianthus annus)

,

Uzun süredir ihmal ettiğim bitki-çiçek yazılarıma, aslında söz verdiğim gibi Mor Salkım ile devam etmem gerekirdi ama ne yazık ki Mor Salkım’ların en güzel dönemini kaçırdığımız için Haziran sonu Temmuz başı çiçeklenmeye başlayan Günebakan’lar ile Çiçekçi Kız yazılarıma geri dönüyorum.


Çiçekçilere kıyasla sokak satıcılarında daha sık karşımıza çıkan Günebakan’ları hevesle satın alanlar, sıcak havanında etkisiyle boynunu büken çiçeklerinin yasını tutmak durumunda kalıyorlar. Bu durumun farkında olan dükkân sahibi çiçekçiler ise çiçeğin ellerinde patlamasından korktukları için ne yazık ki bu güzelim çiçeği stantlarına çok fazla taşıyamıyorlar. Uzun boynu üzerindeki kocaman sarı çiçeğiyle Günebakan’ları sizde benim gibi çok seviyorsanız balkonunuzda ya da bahçenizde yetiştirmeyi deneyebilir, bu sayede Günebakan'ları vazoya taşımak yerine güzelliklerini daha uzun süre saksılarında seyredebilirsiniz.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de güzelliğinden çok yağ elde etmek için üretilen Günebakan’lar adından da tahmin edilebileceği gibi gün boyunca yüzlerini güneşe çevirip aşk tazelerler. Uzun yeşil gövdeleri ve çapı 5-20 santimetre olan iri çiçekleri vardır. Taç yapraklarının rengi uçuk sarı, altın sarısı, turuncu, kırmızı, göbekleriyse kahverengi, siyah ya da yeşildir. Kuraklığa dayanıklıdırlar, bu yüzden balkonda bakımları çok da zor değildir. Siz gene de kuraklığa dayanıklı olduğuna aldanmayın çünkü susuz kaldıklarında size küsüp boyunlarını bükeceklerdir.



Hemen hemen her türlü toprakla araları iyi olsa da derin, rutubetli, potasyum içeren organik maddelerce zengin topraklara daha büyük bir sevgiyle tutunurlar. Asitli topraktan nefret eden Günebakan’lar, topraktan besin almayı çok sevdikleri için tohumları çok sık ya da üst üste ekmemek gerekir. Toprak konusunda bu hususlara dikkat edip bir de ara sıra toprağını çapa yardımıyla karıştırıp havalandırırsanız kocaman altın sarısı çiçekleriyle size teşekkür edecektir.
Üretimi tahmin edileceği gibi çekirdekleri ile yapılır. Özellikle geç kalmamaya özen gösterip nisan ya da mayıs aylarında ekimini gerçekleştirebilirsiniz. Son zamanlarda mevsimlerin normal sıcaklıklarında ilerlememesi çiçeğinizin verimini düşürebilir çünkü Günebakan’lar ekildikleri toprağın ısısı, 8-10 derecenin altına düştüğü zamanlarda çekirdek verme açısından hayal kırıklığı yaratabilirler. Sizde çiçeğin tohumlarını alıp derin bir saksıya ya da bahçenize ekebilir, daha kolaya kaçıp hazır saksıda satılanlardan da alabilirsiniz.


*Günebakan'lar, kır düğünlerini sevenlerin, dekorasyon ve gelin buketlerinde en çok tercih ettikleri çiçekler arasındadır.

**Türkiye’de Ayçiçek yağı üretimi Marmara Bölgesinde yoğunluk gösterir.

*** Amsterdam seyahatimde Van Gogh’un müzesini gezme fırsatım olmuştu, çok sevdiğim bir arkadaşıma müzenin hediyelik eşya satan dükkânından yan tarafta gördüğünüz Günebakan’lardan almıştım. Kendisi her ne kadar büyütmeyi başaramasa da, benim gerçekten çok severek aldığım hediyelerin başında geliyor. Kendime almadığıma hala çok pişmanım. :( Amsterdam'a gitmeyi planlayan var mııııı?!

6.7.10

Bağımlılık Yaratan İsveçli: Anna Ternheim

,

Bu yazımda bende uzunca bir süredir bağımlılık yaratan İsveçli mükemmel bir insandan bahsetme kararı aldım. Duyanlar varsa buradan selam ediyorum, duymayanlara da hemen ilan ediyorum: Anna Ternheim.

Kendisi 25 yaşında, İsveçli, besteci, söz yazarı, şarkıcı ve mükemmel sadelikte bir sesin sahibi. Bilgisayarımın her daim baş tacı olan Bon Iver gibi, Anna Ternheim da hangi gerginlik seviyesinde olursanız olun, sesini duyar duymaz rahatlatma özelliğine sahip, içinizde açıklaması güç bir huzur yaratan güzel bir insan. Şarkı sözlerini kendisi yazıyor, her şarkı sözü de içinizi bir yandan bururken, bir yandan da “Bir aşk acısı bu kadar mı güzel çekilir be arkadaş?” dedirtiyor.

2004'te çıkarttığı ilk albümü olan Somebody Outside ile İsveç'te gönüllere taht kurmuş kendisi. 2004'te P3 ödüllerinde En İyi Çıkış Yapan Sanatçı ödülünü kapmış, yine aynı sene İsveç Grammy ödüllerince aynı ödüle layik bulunmuş. 2006'da piyasaya sürdüğü ikinci albümü Separation Road ve 2008'de çıkardığı Halfway To Five Points de yine aynı güzellikte. İçindeki her şarkının ayrı ayrı mükemmel olması bir yana Fyfe Dangerfield ile yaptığı Lovers Dream düeti bağımlılık yaratıyor. Hatta, buyrun kendiniz karar verin:




Albümlerinin yanında bir küçük hediye olarak, Naked Version olarak adlandırdığı bir gitar bir de Anna Ternheim'ı duyduğunuz aynı şarkıların akustik versiyonları da mevcut ki, benim kişisel favorilerim de bu Naked Version'lar. Sakinleştirme ve nasıl olduğunu bile anlamadan içinize işleme hususunda Bon Iver'le yarıştığını düşündüğüm Anna Ternheim, şarkı sözlerinin sizi sarsması bakımından da Ane Burn ya da Dear Euphoria ile bir tutulabilir. Yazarken, çizerken, okurken size eşlik etmesinden mutluluk duyacağınız bu mükemmel İsveçliyi en az benim kadar sevin istedim, dolayısıyla da iki albümünü sizinle paylaşmaya karar verdim.

İlk linkte 2008'de çıkardığı Halfway To Five Points albümü bulunmakta. Burada dikkate değer şarkılar: Girl Laying Down, Little Lies, You Mean Nothing To Me ve tabii ki Lovers Dream. Ama siz bana bakmayın, diğer şarkılar da en az bu saydıklarım kadar başarılı.

İkinci linkte ise Somebody Outside'ın Naked Version'ı bulunmakta. Buradaki şarkılar arasında herhangi bir ayrım yapıp da özellikle şu güzeldir diyemiyorum bile. Hepsini öyle çok seviyorum, siz düşünün artık.

Daha fazla uzatmadan sizi Anna Ternheim'ın güzeller güzeli sesiyle baş başa bırakıyorum. İyi dinlemeler!

 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates