28.4.10

Şahitler Aranıyor...

,



"Herkesin bir şahide ihtiyacı var. Bu gezegende milyarlarca insan var. Tüm bu kalabalıkta tek bir hayatın ne önemi olabilir ki? Ama evlenince, karşındaki insanla ilgili her şeyi önemseyeceğine dair söz veriyorsun. İyi şeyleri, kötü şeyleri, korkunç şeyleri, sıradan şeyleri… tüm bunları, her an, her gün. Evlenince diyorsun ki, “ Senin hayatın fark edilmemiş olmayacak, çünkü ben fark edeceğim. Senin hayatın şahit olunmadan geçip gitmeyecek, çünkü ben senin hayattaki şahidin olacağım.””

Çok değil belki bundan 10 yıl kadar öncesine dönersek, Jeniffer Lopez, Richard Gere ve Susan Sarandon’ın baş rollerinde yer aldığı Dansa Var Mısın? filminden alıntıladığım bu sözleri anlayabilirdik. Ne de olsa herkesin hayatının bir şahide ihtiyacı vardı. Televizyon ve sinema ekranlarının karşısına kurulup bambaşka hayatlara şahit olan herkes, kendi hayatlarının da fark edilmesini gizlice umut ediyorlardı. Yılmadan kitaplara kaçışımız da belki aynı sebepten ötürüydü. Şahit olmak, tanık olmak, başkalarının hayatlarına göz ucuyla bakmak… ve tüm bunları yaparken birilerinin de bizim hayatlarımızı izlediğini düşünüp bilincimizin en derinlerinde saklanmış bir öz-severliğe sıkı sıkı sarılmak…

“Biri Bizi Gözetliyor” serisinin ne kadar patladığını hatırlayalım, ardından gelen “Gelinim Olur Musun?”lar da aynı furyanın devamı değil miydi? Şimdi ne zaman televizyon ekranının karşısına geçsek ya tanımadığımız insanların evlenme çabalarına şahit oluyoruz ya da yabancıların evlerine misafir olup hazırladıkları akşam yemeklerini izliyoruz.

Ama artık bizim bu programların hiçbirine ihtiyacımız yok. Neden mi? Çünkü çoğumuzun Facebook sayfası, bir kısmımızın da Twitter üyeliği var. Yani, şahsen ben, hayatımı en ince detaylarına kadar listemdeki üç yüz küsür, samimiyetim yakından uzağa değişen, kişiye sunuyorum. Twitter’ı ele alalım. Basitçe, “Şu anda ne yapıyorsun?” sorusuna cevap vererek, hayatımızın her anını 140 karaktere sığdırarak gözler önüne seriyoruz. “Şu anda makarna yaptım, onu yiyorum.”, “Oo süper bir film izliyorum.”, “Az önce tuvalete girdim.” gibi gerekli gereksiz kendimize dair tüm detayları veriyoruz. Last fm’i düşünelim. Müzik zevkimizi sergilediğimiz, başkalarına dair “Şu anda ne dinliyormuş?” merakımızı giderdiğimiz bir oluşum söz konusu. Facebook üzerinden bir sürü kişinin “Profilime Kimler Bakmış?” eklentileriyle bu kadar ilgileniyor olması tesadüf olabilir mi? Bilmek istiyoruz. Bizi gizlice kimin takip ettiğini öğrenmek istiyoruz. Facebook ve Twitter böylece vaatlerini yerine getirmiş oluyor. İnsanoğlunun izleme ve izlenmeye dair duyduğu o derin gizli arzu tatmin ediliyor.

Belki de bu yüzden internet üzerinden gelişen ilişkiler artık hiç olmadığı kadar arttı. İstediğimiz şahitliği, Facebook ve Twitter üzerinden kuruyoruz. Başkalarının hayatına şahit oluyoruz ve en önemlisi de başkaları bizim hayatımıza şahit oluyor. Saplantılı mı? Cevabı size bırakıyorum.




Not: Bu yazının oluşmasında fikir babalığı yapan, sayfamızın sessiz yazarlarından Demran’a teşekkürlerimi sunarım.

27.4.10

Çiçekçi Kız – Ortanca (Hydrangea macrophylla)

,

Ortancalar, kümeler halinde açan rengârenk çiçekleri ve birbirinden güzel 30 kadar türüyle son yıllarda özellikle çiçek aranjmanlarında ve bahçe düzenlemelerinde en çok tercih edilen çiçektir. Her ne kadar bol güneş alan bir balkona sahip olduğum için aylarca kurutmadan yaşatmayı başaramasam da, her sene hevesime karşı koyamayıp mutlaka bir tane ediniyorum. Bu sene aldığım pembe ortancamı güneşten koruyarak büyütmeye kararlıyım ve seneye bana nasıl bir sürprizle geri döneceğini şimdiden merakla bekliyorum.

Sürpriz demişken Ortancaların bu şaşırtan özelliğini anlatarak başlamak daha doğru olacak. Anavatanı Asya’nın doğu ülkeleri olan ortancalar her sene toprağındaki asit oranına göre çiçeklerinde renk değişikliği gösterir. Yani PH değerine bağlı olarak bu yıl pembe açan çiçeğiniz, önümüzdeki yıl renk değiştirerek parlak mavi tomurcuklarıyla sizi şaşırtabilir. İşin güzel tarafı bu özelliği bahçenizde değişiklik yapmak için kendinizde yönlendirebilirsiniz. Örneğin; toprağa kireç katarak beyaz ve açık pembe, paslı demir, çivit ve şaplı su vererek mavi, tavuk ve güvercin gübresi katarak pembe, sulama suyuna sirke ekleyerek koyu pembe ve kırmızı renkli çiçekler elde edebilirsiniz. Başta da söylediğim gibi güneşle arası iyi olmayan Ortancalar, kuzeye bakan duvar diplerini ve gölge yerleri severler.


Bahçenizin kraliçesi Ortancaları iri iri çiçekler açması için özel hazırlayacağınız toprak karışımlarıyla şımartabilirsiniz. Özellikle dikim aşamasında kireçsiz, kumlu ve organik maddelerce zengin topraklara bayılacaktır.


Bakımı sardunya kadar kolay değildir, canınız her istediğinde Ortancanızı budamaya kalkarsanız kışın donmasına sebep olabilirsiniz. Sonbahar aylarında bitkinin çiçekleri tamamen solduktan sonra, seneye daha iri çiçek elde edebilmek için dallarının filiz vermesini bekleyip sonradan kurumuş çiçeklerini temizlemek gerekir. Bitki zaten kendi kendine kış aylarında yapraklarını dökecektir. Böyle durumlarda çiçeğim öldü diyerek atmamak, ilkbahar aylarında yeşermesini ve nisan-mayıs aylarında da tekrar çiçeklenmesini sabırla beklemek gerekir. Üretim, bitkinin yeni sürgünleri kullanılarak veya çelik yöntemiyle yapılır. Şubat ve ağustos ayları çelik için en uygun zamanlardır.

En az gölge kadar önemli bir diğer konu da sulamadır. Ortancalar susuz kaldıklarında hemen boyunlarını bükerler, özellikle çiçeklenme dönemlerinde çiçeğin susuz kalması tomurcuklarının açılma hevesini kıracaktır. Havanın sıcak olduğu aylarda bol su verilmeli kış aylarında da sadece kökleri ölmeyecek kadar sulanmalıdır.


• Sıcak ve kuru ortamlarda iyi bakılmadıkları takdirde yaprak bitleri başınıza dert açabilir.

• Köklendirmesi çok kolay olmayan Ortancaları eğer zorlanıyorsanız köklendirme tozlarıyla destekleyebilirsiniz.

***Haftaya konuğum bu ara her yerde karşıma çıkan ve ne yazık ki alan yetersizliği sebebiyle beni aşan :( Mor Salkım.

ucucaparklar makyaj - yaz için mac'ten şeftali ve mercan tonları

,

birçok kozmetik markası yaz koleksiyonlarında şeftali-mercan tonlarına yer veriyor. mac'in to the beach ve pret-a-papier koleksiyonlarındaki ruj ve lipglasslarda, nars'ın belle du jour koleksiyonundaki krem allık ve multiple'da bu tonları görebilirsiniz. ben de genellikle sade makyajı tercih ettiğim için, mercan tonlarını kullanmayı seviyorum. bu yazımda son zamanlarda sıkça kullandığım mercan ve şeftali tonlardaki birkaç mac ürününden bahsedeceğim.


springsheen mac'in sheertone shimmer allıklarından, yani hafif ışıltılı. bu simli olduğu anlamına gelmiyor, mat değil, cilde hoş bir aydınlık veriyor. bence her tene gidebilecek, çeşit çeşit makyaja uyum sağlayabilecek bir rengi var. bu rengi peachy coral ya da şeftalimsi mercan olarak tarif edebiliriz.

bu allığı sürdüğümde elim hep shy girl'e gidiyor. shy girl nude bir ruj, ton olarak ten rengine çok yakın olsa da insanı dudaksızmış gibi göstermiyor, çünkü rengi bejden hafif mercan'a kayıyor. bu ruj cremesheen yapıda, kremsi olduğu için sürümü de çok kolay.


shy girl tek başına yeterince güzel, ancak türkiye'ye birkaç hafta önce gelen liberty of london koleksiyonundaki frankly fresh lipglass'la kullanıldığında ortaya mükemmel bir kombinasyon çıkıyor. (ben fotoğraflara lipgloss yazmışım, doğrusu lipglass) renk açısından shy girl'e çok benziyor,nude ama pırıltılı olduğu için hem shy girl'le hem de springsheen'le güzel bir uyum sağlıyor. frankly fresh koleksiyon ürünü olduğu için sınırlı üretimde, şu sıralar mac'lerde bulabilirsiniz.

swatchlar:
fiyatları da yazayım:
springsheen: sanırım 46 tl, çok emin olamadım.
shy girl: 38 tl
frankly fresh: 38 tl


çoğunlukla mac ürünlerinin kullanıldığı mercan tonlarda bir makyaj uygulaması için şuraya bakabilirsiniz.

bir sonraki makyaj yazımda maybelline'in krem allıklarından bahsedeceğim.

Jens Lekman'ın Söyledikleri Doğru: Kim Ki O Son Zamanlarda Duyduğumuz En Heyecan Verici Grup

,

Aslında yazmayı planladığım çok başka birkaç konu vardı ama çok sevdiğim, işleriyle beni çok heyecanlandıran Kadıköy'lü ikili Kim Ki O'nun yeni single'ı Vize dün yayınlanınca grup hakkında iki kelam etmeden duramadım.
Kim Ki O bir synth ve bass ikilisi, ve yazılarına Bant'tan aşina olabileceğiniz Ekin Sanaç ve Berna Göl'den oluşuyor. Lise arkadaşı olan Ekin ve Berna'nın mezun olduktan sonra bağları bir süreliğine kopuyor, ancak 2006 yazında tekrar yolları kesiştiğinde birbirlerini çok özlediklerini fark ediyorlar. Bu karşılaşma ikilinin liseden beri hayalini kurduğu birlikte müzik yapma isteğini de tekrar gündeme getiriyor ve Kim Ki O da bu şekilde temellerini atmış oluyor.
Gerisi ise 2007 Mart'ında ve 2008 Şubat'ında grubun kendi çabalarıyla kaydedip yayınladığı iki albüm, Jens Lekman'la birlikte çıkılan Almanya, Hollanda ve İsveç'i kapsayan bir Avrupa turu, yine Jens Lekman'ın tavsiyesiyle Pitchfork'un tavsiye ettiği şarkılar/gruplar listesine giriş, yine Pitchfork'tan gelen bir albüm yorumu..Hiç fena değil, değil mi? :) Ayrıca grubun ilk iki albümünden seçilmiş on şarkıdan oluşan "Git" isimli vinylsi The Radio Dept.'in kendi plak şirketi Slottet, Jens Lekman, Celebrity Lifestyle Records gibi isimlerin ortaklığıyla yayınlanacak.
Bu ufak tanıtım aslında gruptan haberdar olan ve websitelerini ya da last fm sayfalarını görmüş olanlar için çok gerekli değil biliyorum, nitekim grubun myspace, last fm sayfalarının yanı sıra yeterince ayrıntılı, görsel olarak da çok başarılı bir internet sitesi de var. Ancak Kim Ki O'yla ilgili sıkıntı bunlar değil. Peyote'de tesadüfen konserlerine denk gelmiş, Ekin Sanaç'ın Bant'taki yazılarından haberdar olan ya da Aylin Güngör'ün fotoğraflarını takip edip gruba gözü çarpan topluluk hariç -ki bu da çok küçük bir topluluk aslına bakarsanız- grup yeterince ulaşılır değil. Ben gruptan Jens Lekman'ın grupla yaptığı bir röportaj sayesinde haberdar oldum ve eş dost çevresinde grubun lafı açıldığında çoğunluğun grubu benim gibi ya Jens Lenkman ya da Pitchfork aracılığıyla duyduğunu görüyorum. Bu çok can sıkıcı bir şey çünkü memlekette elektronik, synth pop ya da shoegaze gibi Kim Ki O'nun altına isminin yazılabileceği müzik türlerini takip eden büyük de bir kitle var ve Kim Ki O aslında -özellikle şarkı sözleriyle- çok daha büyük bir kitleye ulaşılabilecek bir müzik yapıyor. Bu yazıyı yazma amacım da bu sıkıntıyla paralel olarak grubun müziğinden tam olarak ne bekleyebileceğinizi ve de grubu neden dinlemeniz gerektiğini bir Kim Ki O - sever olarak
naçizane anlatmaya çalışmak.

Başlangıç olarak grubun synth, bass ve drum machine ağırlıklı şarkıları özellikle Radio Dept. gibi shogaze veya Joy Division gibi post-punk gruplarını sevenler için biçilmiş kaftan. Zaten Radio Dept.'in İstanbul konserinde iki grup yine Bant aracılığıyla tanışıyorlar ve grubun CDsiyle İsveç'e dönen Radio Dept. gruptan çok etkileniyor. Vokallerde hem Ekin Sanaç hem de Berna Göl var ve tekrarlanan kelimelerden ve çok sakin mırıldanmalardan oluşan sözler asla müziğin önüne geçmiyor ve bana yine ister istemez çok sevdiğim Radio Dept'i hatırlatıyor. Çoğunlukla Türkçe olan şarkı sözleri grubun bence en karakteristik özelliğini ve en büyük kozunu oluşturuyor ve kendi tanımlarıyla "hayat şikayetlerinden, kalp kırıklıklarından ve hayatın gerçeklerinden" bahsediyor. Ancak bu tanım karamsarlığıyla gözünüzü korkutmasın, grubun tüm bu saydıkları şeylere çoğunlukla çok sarkastik ve eğlenceli bir yaklaşımı var. En Az İki, En Fazla Sekiz'den Doğru'da "Senin söylediklerin doğru. Bu da bana kapak oldu." diyor Ekin ve Berna, ya da yine aynı albümdeki grubun en sevdiğim şarkılarından biri olan Serbest Kalp Düşmesi'nde "Düşüş ivmesinin dört değişkeni vardır: Birincisi dengesiz sevgi dağılımı, ikincisi modern hayatın salınımları, üçüncüsü beş para etmez diğer bir kadın ve dördüncüsü hava muhalefetleridir."
Dün Beko DSL'den yayınlanan yeni single Vize ise grubun ilk iki albümlerinde yakaladıkları ve biraz önce tarif etmeye çalıştığım tonun devamcısı nitelikte bir şarkı, bu açıdan şaşırtıcı değil ama tatmin edici. Ve yeni bir kayıt olmasının dışında açıkçası beni tek başına çok heyecanlandırmadı. Ancak Vize ile birlikte yayınlanan Bana Yaklaşma -yeni bir kayıt mı değil mi ya da ilk kez mi yayınlanıyor bilmiyorum- beni özellikle grubun bu single'ı takip edecek uzun kaydı adına çok heyecanlandırdı. Sözleri ağırlıklı olarak şarkıya da adını veren "Bana Yaklaşma"dan oluşuyor ve özellikle shogaze severleri sevinçten ağlatacak kadar başarılı bir düzenlemesi var. Ben şimdiye kadar sadece bir kez dinleyip kapatamadım. O kadar güzel :)
Vize ve Bana Yaklaşma'yı şarkı isimleri üzerine tıklayarak indirebilirsiniz. Diğer kayıtlar grubun sitesi kimkio.org'dan indirilebiliyor. Grubun el yapımı CD-r'larına sahip olmak için de order@kimkio.org a mail atabilirsiniz. Bu yazıda kullandığım iki fotoğraf da yine Bant ekibinden Aylin Güngör'e ait.

Son olarak Merve Kaya'nın yönettiği grubun şimdilik tek videosu Kapalı Kapalı Kapalı sizlerle:

26.4.10

ucucaparklar'ın sırt çantası: roma

,

bu sırt çantası yazımın konusu yine 2008 yazında sibel’le yaptığımız roma gezisi. roma en başta planımızda olmayan bir şehir olduğu için hem bütçemizi zorlamamak, hem de istanbul özlemiyle yanıp tutuştuğumuz o günlerde evimize dönebilmek için çok kısa kalabildiğimiz bir yerdi, tüm şehri gezebilmek için toplam 1 günümüz vardı. bu kadar kısa zamanda yapabileceğimiz en iyi şey müze gibi vaktimizi alacak yerleri atlayıp meydan, köprü, çeşme odaklı bir program çıkarmaktı, biz de böyle yaptık. roma zaten oldukça küçük ve yürüyerek birçok noktasına ulaşabildiğiniz bir şehir olduğu için bu program için biçilmiş kaftandı.

gittiğimiz her yerden bahsedemeyeceğimden gezmek için daha uzun vakit gereken coloseo/vatikan gibi yerleri atlayıp kısa ve hesaplı bir gezide gözden kaçmaması gereken yerlere öncelik vereceğim.

nereleri görmeli?
fontana di trevi
muhtemelen dünyanın en ünlü çeşmesi olan fontana di trevi, türkçe’de “aşk çeşmesi” olarak biliniyor. 3 roma tanrısının heykeliyle süslü olan bu çeşme roma’nın en çok turist çeken noktalarından biri; çeşmenin tümünü doğru dürüst görebilmek ve rahatça fotoğraf çekmek için mümkün olduğu kadar erken saatte gitmenizi öneririm, yoksa bizim gibi kalabalıktan ne olduğunuzu şaşırıp dilek dilemeyi unutabilirsiniz!

piazza di spagna
metroyla kolaylıkla ulaşabileceğiniz piazza di spagna hem roma’nın bir diğer ünlü çeşmesi olan fontana del barcaccia’ya, hem de meşhur ispanyol merdivenlerine ev sahipliği yapıyor. fontana del barcaccia batık bir gemi biçimine sahip, ispanyol merdivenleri de ününü avrupa’nın en uzun ve geniş merdiveni olmasına borçlu.



pantheon

piazza di spagna’dan yürüyerek ulaşabileceğiniz pantheon, roma’nın en iyi korunan tarihi
yapılarından biri. antik roma döneminde inşa edilen bu yapı günümüzde hala kilise olarak kullanılıyor. oraya kadar gitmişken pantheon’un hemen arkasındaki piazza della minevra’da yer alan fil heykelini de görmenizi öneririm.


piazza na
vona
pantheon’a yürüme mesafesindeki piazza navona roma’nın en canlı meydanlarıdan biri. roma'yı hep heykellerle süslü çeşmelerin yanı başında ressamların çizim yaptığı, sıcak havanın keyfini çıkaran insanların açık havada oturup dondurma yediği bir yer olarak hayal etmiştim, hayalimdeki manzarayla navona’da karşılaştım. tarihi gezilere navona’da bir ara verip hediyelik eşya satan mağazalara göz atabilir, eşe dosta hediye olarak roma kartpostalları, el yapımı pinokyo kuklaları alabilirsiniz.

tevere

bu kadar yürümüşken tiber nehri’nin kıyısında vatikan manzarası eşliğinde bir yürüyüş yapmamak olmaz. üzerinde hem yeni hem de tarihi birçok köprünün bulunduğu bu nehrin ortasında “tiber adası” olarak bilinen bir adacık yer alıyor. bu adanın yakınlarında nehrin hemen kıyısına oturabileceğiniz kafeler var, kahve molası için bunlardan birini tercih edebilirsiniz.

nasıl gidilmez?
alitalia airlines

barcelona yazımda barcelona'ya en ucuz nasıl gidilebileceğinden bahsetmiştim. bu kez, roma'ya en ucuz uçak bileti bulabileceğiniz havayolu şirketi olan alitalia'ya karşı dikkatli olmanızı öneriyorum. nuh nebiden kalma bakımsız uçakları, kaba hostesleri ve devamlı rötar yapan seferleriyle ün salan bu şirket, benim için de kara listeye girdi. alitalia'yla 4 kez uçtum, 4'ü de en az 2-3 saat rötarlı kalktı. kısacası biletlerin ucuzluğunu görüp alitalia'yı tercih etmeyi düşünenleri tekrar düşünmeye tavsiye ediyorum. eğer yurtdışındaysanız, yine ryanair'e bakmanızı öneririm.

roma'yla ilgili küçük notlar:
  • sokaktaki tezgahlardan su almayın, inanılmaz pahalıya satıyorlar. şehrin her tarafında temiz su bulabileceğiniz çeşmeler varken minicik bir şişe suya 3 euro vermeye gerek yok.
  • bir restorana/kafeye oturup orada bir şeyler yemektense paket yaptırıp şehrin her köşesinde bulabileceğiniz meydanlardan birinde, açık havada yemek çok daha hesaplı oluyor, yani restoran ve kafelerin çoğunda oturmak için ekstra para ödemeniz gerekiyor. aynı şey birçok dondurmacı için de geçerli.
  • roma, genellikle dümdüz olduğu için yürümeye çok müsait. yürüyüş hem şehrin daha çok yerini görmenizi sağlıyor, hem de masrafsız. bu yüzden giderken yanınızda rahat ayakkabılar götürmeyi unutmayın. ayrıca roma’nın yaz havası benim tahmin ettiğimden çok daha sıcak ve nemliydi. yazın gidiyorsanız yanınıza güneş gözlüğü, güneş koruyucu krem, şort/kısa kollu tişört almanızı şiddetle tavsiye ederim.
  • ingilizce konuşan insan sayısı, bu kadar çok turistin ziyaret ettiği bir yer olmasına karşın, oldukça az. eğer italyanca bilmiyorsanız küçük bir konuşma rehberi edinmek iyi bir fikir olabilir.

roma’nın yeme-içme rehberi littlemermaid’den gelecek.
bir sonraki sırt çantası yazım londra’yla ilgili olacak.

Prinkipo Meyhanesi, Büyükada

,




İstanbul mezeleri, çilingir sofrası ve rakı adabı ustası olarak bilinen yazar Ahmet Tanrıverdi’nin meyhanesi Prinkipo, cömertliği ve lezzetli yemekleri ile Büyükada’nın vazgeçilmez mekânlarından. Büyükada’da Fıstık Ahmet lakabıyla da tanınan Tanrıverdi, meyhanesinde unutulmaya yüz tutan eski İstanbul meyhane geleneğini yaşatmayı ve artık E-5 karayolunda bir kasabadan farksız hale geldiğini düşündüğü adasının hikâyesini anlatmayı her şeyin üstünde tutuyor.


Haftasonu kalabalığından ve üstümüze üstümüze gelen faytonlardan kaçarak sığındığımız Prinkipo’da güleryüzle Mehmet Bey karşılıyor bizi. Erken saatte gitmiş olmamıza rağmen doluluk oranı oldukça yüksek olan restoranda, rezervasyon üzerine ayırtılan masamıza yerleşiyoruz. (Hafta sonu özellikle havalar da güzelse yer bulmak kolay olmayabilir, o yüzden gitmeden rezervasyon yaptırmakta fayda var.) Rezervasyonu yaptıran arkadaşımız sınırsız içki dâhil fix menüye kişi başı 60 TL olarak anlaştığı için aç gözlülükle içimden acaba doyar mıyız diye geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Servisimizin açılmasının ardından envai meze çeşidi ile soframız donatılıyor. Şakşuka, yoğurtlu semizotu salatası, lahana sarması gibi tanıdık lezzetlerin yanında değişik otlardan ve kızarmalardan oluşan farklı farklı meze çeşitleri ile dolup taşıyor tabaklarımız. İşte masayı o anda derin bir sessizlik kaplıyor :) başta ben olmak üzere herkes yemeğe konsantre olmuş bir halde kendimizi kaybediyoruz.





Gözümüzü önce bu şölenle doyurduktan sonra hava güzel, ortam güzel, biz zaten hep güzeliz, keyifli bir sohbete başlıyoruz. Tabaklar hiç boş kalmıyor, sırasıyla ara sıcak olarak sigara böreği, otlu mantar sote ve arpa şehriyeli pilav servis ediliyor.
Adanın küçük balıklarından oluşan balık tabakları geldiğinde ise çoktan doymuş olmamıza rağmen temiz havanın gazıyla saldırıveriyoruz tekrar tabaklara. Sohbet iyice koyulaşıyor, rakı balık ardından tatlı olarak irmik helvası ve meyve tabakları geliyor. Hesabı istiyoruz, tam kalkacağız Mehmet bey acı domates soslu makarna tabaklarıyla içerden çıkageliyor.
Önce biz fazlasıyla doyduk, teşekkür ederiz diyoruz ama Mehmet Bey ısrarla önce bir tadına bakın deyince çatalları daldırıveriyoruz. Ben fotoğrafı çekmeye fırsat bulamadan tabaklar boşalıyor. :) Ayrılma vakti geldiğinde 23.30 vapuruna yetişmek üzere veda ediyoruz Prinkipo’ya, o ise adanın kendi üslubuyla ‘yolunda güller açsın’ diyerek uğurluyor bizleri.
Kumsal Caddesi (kumsal parkı) No:80 Büyükada/İstanbul
Tel. 0216 382 35 91




**Hoşçakal Prinkipo”, “Büyükada'nın Solmayan Fotoğrafları”, “ Atina'daki Büyükada” gibi kitaplarıyla tanınan Ahmet Tanrıverdi, kitabı Barba’nın Mezeleri’nde iştah kabartan meze çeşitleri, rakı ve çilingir sofrası üzerine birikimlerini okuyucularla paylaşıyor.
Alfa yayınları, 15 TL.

24.4.10

Aldente Trattoria Italiana, Prague

,



Yurtdışı seyahatlerimde değişik tatlar keşfetmeyi her zaman çok sevmişimdir. Özellikle erkek arkadaşımın sponsorluğunda oldukça iyi yerlerde yemek yeme şansını yakaladığımı da itiraf etmeliyim. Aldente Trattoria Italiana, 2005’te yaptığımız Prag tatilinde mutlaka bir daha gelmemiz gerek dedirttiren bir restoran oldu. Erkek arkadaşıma ara sokaklarda hem açım hem de kaybolduk diye söylenirken kırmızı ekoseli masa örtüleri, vitrindeki kocaman peynir tabağı ve pencereden yansıyan mum ışıklarıyla Aldente beni oracıkta esir alıverdi. Beni tanıyanlar İtalyan mutfağını ne kadar çok sevdiğimi iyi bilirler, hem yemekleri hem de samimi ortamı sayesinde çok keyifli bir gece geçirdiğim için Aldente’yi sizlerle paylaşmak istedim.



Geleneksel Trattoria anlayışıyla hizmet veren Aldente, İtalyan mutfağının unutulmaya yüz tutan lezzetlerini sunan küçük bir restoran. Mevsimsel lezzetlerin ön planda tutulduğu yemekler tahmin edeceğiniz gibi sürekli değişiyor ama menüde her zaman risotto çeşitleri, et ve balık spesiyalleri bulmak mümkün. Aldente özellikle ev yapımı makarnaları ve zeytinyağına bana bana yemeye doyamayacağınız ekmekleri ile oldukça iddialı. Menü çok kalabalık sayılmaz ama seçenekler oldukça kafa karıştırıyor. Biz farklı farklı yemekler sipariş edip paylaşmayı tercih ettik. Aklınızın Aldente’de kalmasını istemiyorsanız sizin de öyle yapmanızı tavsiye ederim. Fiyatlar 20–80 TL arasında değişiyor.

Bizim kaybolduğumuza bakmayın :), aslında restoran Old Town’a ve ünlü Astronomical Clock’a 5-10 dakikalık yürüyüş mesafesinde.

Aldente Trattoria Italiana / Albar
Vězeňská 4 Praha

www.aldentetrattoria.cz



**Aldente 12.00-15.30 ve 18.00-24.00 saatleri arasında hizmet veriyor.

Assia Wevill Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

,


Sylvia Plath ya da Ted Hughes'la ilişiği bulunmayanlar ya da aşağıda Sibel'in Sylvia yazısını okumayanlar için çok bir şey ifade etmiyor olabilir Assia Wevill ismi. Sylvia Plath ile gönül bağı kuranlar şu anda nefretle dişlerini sıkıyor olabilirler, Ted Hughes severlerin de yüreğine ufaktan bir yumru oturmuş olabilir. Her hikaye aslında çok taraflıdır, gözler ve zihin değiştikçe hikayenin de rengi aldan mora, pembeden siyaha döner klişesini sıkıca kucaklayıp, Assia Wevill gözlüklerimi takıyorum ve edebiyat dünyasının ismi-lazım-değil kadınını gözlerinizin önünde soyuyorum.

“Biz onu değil, o bizi buldu. Benim içimdeki hayalperest, onun içindeki hayalpereste aşık oldu.” diye tanımlıyor Ted Hughes Assia Wevill'i. O halde Ted Hughes'u Sylvia Plath'in elinden alıp, sonra kendi kızıyla birlikte canına kıyan, Ted Hughes'un adının önüne Poet Laureate dışında bir de “lanetli adam” sıfatını ekleten bu hayalperest gerçekten kimdi?

İlk gençliği Tel Aviv'de geçiyor. Yakın çevresi onu kabına sığamayan, deli dolu bir kadın olarak tanımlıyor. Nitekim, ilk kocası Çavuş John Steel'le de askerlerin gittiği bir klüpte tanışıyor. 1946'da Londra'ya, oradan da Kanada'ya taşınıyorlar. Assia Wevill Kanada'da British Columbia Üniversitesi'ne kabul ediliyor ve burada ikinci kocası ekonomist Richard Lipsey ile tanışıyor. Nitekim Wevill'in aşk hayatı burada da durulmuyor ve Londra'ya yaptığı bir gemi seyahatinde şair David Wevill'le tanışıyor ve Lipsey'i terk edip, üçüncü evliliğini yapıyor.

İş hayatında da boş durmuyor. Reklam yazarlığı yapmanın yanı sıra, esas adı-soyadı olan Assia Gutmann'ı kullanarak yazdığı şiirleri yayınlanıyor. İsrailli şair Yehuda Amiachi'nin de şiirlerini İngilizce'ye çeviriyor.

1961'de Sylvia Plath ve Ted Hughes'un evine komşu oluyor, Ted Hughes'la arasında başlayan çekim çok geçmeden gizli bir ilişkiye dönüşüyor. Sylvia Plath'ın intihar ettiği sırada ise, Hughes'un çocuğuna hamile. Bebeği aldırıyor, Hughes'la birlikteliğini sürdürüyor ve Plath ile Hughes'un çocukları Frieda ve Nicholas'a bakmaya başlıyor. 3 Mart 1965'te Alexandra Tatiana Elise'i ya da diğer adıyla Shura'yı doğuruyor. Fakat hala David Wevill'le evli olduğundan, kızının soyadı da Wevill olarak kayıtlara geçiyor.

Fakat Hughes-Wevill ilişkisi de bir şairler arası çatışmaya sahne oluyor. Hughes'un çevresi Wevill'in şiirleriyle ilgilenmiyor ve onu küçümsüyor. Plath'in hayaleti, ilişkilerinin peşini bırakmıyor. Wevill, Plath'den kalma eşyaları kullanıyor, tıpkı Plath gibi Hughes'un başarılarının gölgesinde bir hayat sürmeye başlıyor. Hayaletler ve gölgelerle sarılı hayatını 23 Mart 1969'da bitirmeden hemen önce, 4 yaşındaki kızı Shura'yı öldürüyor, uyku haplarını viskiyle bir bir içiyor ve gazı açıp kızının yanına kıvrılıyor.

Ted Hughes onun intiharını “önlenebilir” olarak tanımlıyor, Plath'inkini ise “önlenemez”. Wevill'ın yalnızlıktan korktuğu, tam da bu yüzden kocası David Wevill'dan boşanmaya cesaret edemediği söyleniyor. Kız kardeşi ve yakın çevresi onun nefes kesici güzelliğinden dem vuruyor, bir o kadar da yaşlanıp güzelliğini kaybetme korkusunun nefesini kestiğinden. Bebekleri sevmiyor, bebeklerini emziren kadınları görmeye dayanamıyor. Saf bedenin varlığı onu korkutuyor, belki de bu yüzden yaşlılığın düşüncesi karşısında titriyor. Mantığın düz yolları onun haritasından siliniyor, o mantıksızlığın yollarını kendisi çiziyor. Belki de bu yüzden ruhtan ruha, bedenden bedene, adamdan adama koşuyor. Assia Wevill bir hayal göçebesi. Ayakları yere basmayan, bu dünyayla tatmin olmayan bir ruh sürgünü. Kızını aldığı yere geri götürüşü de belki aynı tatminsizlikten ötürü. Dünya onu tatmin etmiyor. O dünyayı tatmin etmiyor. Sonundadünyaya düşmüş tüm göçebe ruhların geldiği yere doğru gidiyor. Ardında adının üzerinde koca bir kara leke bırakıyor, bir çift de söz:


"Burada bir mantıksızlık aşığı yatıyor, ve de bir sürgün..."

22.4.10

ucucaparklar makyaj - elf corrective concealer

,

ben fondöten kullanmıyorum, pudrayı da yüzümün tümü için nadiren kullanıyorum. cildim çok düzgün değil aslında ama hem bunlarla uğraşamıyorum, hem de sürekli kat kat makyaj yapmayı tercih etmiyorum. bu durumda cildimdeki renk bozukluklarını ve lekeleri kapamak için kapatıcı ürünler kullanmam farz oluyor.

elf'in corrective concealer'ı cildimdeki renk bozukluklarını gidermek konusunda kullandığım ürünlerden biri. aslında adının corrective concealer yerine "corrector" olması daha uygun olurmuş, çünkü yaptığı iş problemli bölgeleri kapatmaktansa renk farklılığını nötrlemek. yani iyi bir kapatıcılık istiyorsanız, bunu kullandıktan sonra üzerinden ten renginize uygun bir kapatıcıyla geçmeniz gerekir. eğer fondöten kullanıyorsanız bu geçerli değil tabi.


ben en çok cildimdeki kırmızılıkları nötrlemek için 3. sıradaki yeşil rengi kullanıyorum, eğer deriniz çok inceyse ve kılcal damarlarınız belirginse 2. sıradaki pembe rengi kullanabilirsiniz. ben 2. rengi 1. veya 4. renkle karıştırarak (1 ve 4 gördüğünüz gibi aynı) turuncumsu bir ton elde ediyorum ve bunu gözaltlarımdaki morluğu daha az belirgin hale getirmek için kullanıyorum. eğer cildiniz çok problemli değilse, sadece belli belirsiz lekeleriniz varsa 1. ve 4. renkleri kapatıcı olarak da kullanabilirsiniz. benim için bu söz konusu olmadığından, renk bozukluklarını dengeledikten sonra üzerinden normal kapatıcıyla geçiyorum (yüzüm için body shop'ın kalem kapatıcısını, göz altlarım için de pastel'in magic touch'ını kullanıyorum), sonra da transparan pudrayla sabitliyorum. bu sabitleme işlemi hem kalıcılığı artırıyor, hem de göz altında kapatıcının çizgilere dolmasını engelliyor.


elf'in corrective concealer'ı malesef türkiye'de satılmıyor, satın almak için elf'in web sitesini ziyaret edebilirsiniz. fiyatı 3,5 pound. ben elf'in sitesinden alışveriş yaptıktan 5 gün sonra paketim eline geçmişti.
buna benzer bir ürün olan make up forever'ın camouflage cream palette'ini merak edenler de just makeup'ın yazısına bakabilirler.

21.4.10

Orijinal CD Arşivim

,
Bir süredir buraya yazacak kişisel bir şeyler arıyorum, çünkü çoğu blog takipçisi gibi ben de açıkçası başkalarının bloglarını -sinema, müzik, edebiyat gibi alanlarda çok enteresan fikirleri ya da iyi ifade edilmiş, bir şekilde beklentilerimi karşılayan yorumları olmadığı sürece- kişisel yazılar için takip ediyorum. Ve bu bloglardaki sırt çantası, müzik arşivi vs gibi yazıları okumaktan çok keyif aldığımı farkedince ben de sahip olduğum müzik albümleri ile ilgili küçük notlar hazırlamaya karar verdim.
Öncelikle şunu söyleyebilirim ki her gün saatlerini evde, yolda müzik dinleyerek geçiren biri olmama rağmen çok az sayıda orijinal albümüm var ve bu albümlerin de çoğu hediye. Bunda özellikle birkaç senedir download olanaklarının iyice tavan yapmış olmasının yanı sıra öğrenci bütçesi için -özellikle- yabancı albüm fiyatlarının oldukça yüksek oluşunun da etkisi var. Albümlerime dönersek,

Gönlümde her daim başka bir yeri olmuş Joy Division'ın bu albümü ucucaparklar'ın bana 2006 doğumgünü hediyesiydi. Edinburgh'dan almıştı bana kendisi sağolsun. Toplama bir albüm olan Substance 17 şarkıdan oluşuyor ve içinde Love will Tear US Apart ve She's Lost Control gibi grubun favori şarkılarının yanı sıra benim çok sevdiğim These Days, Novelty ve Transmission gibi şarkılar da var.

Dandadadan'ın bu albümünü grup hakkında okuduklarımdan etkilenerek 2007 kışında almıştım sanırım ve neden bilmem hiç doğru düzgün dinlemedim. Bu yazı vesile olmuş olsun, daha etraflıca dinleyeyim bundan sonra. Çok az dinlememe rağmen Kara Araba aklımda kalmış, şimdilik albümden favorim bu.



Arşivimdeki albümlerden en sık dinlediğim olmasa da elimde orjinali olduğu için beni en çok mutlu eden albüm bu. 70lerin ikinci yarısında kurulan ve 80lerin en güzel pop şarkılarından bazılarını kaydeden grubun sanırım en çok bilinen albümü Steve McQueen. Ben 2008 yazında Edinburgh'da ikinci el CD satan bir hippiden 2 pound'a almıştım ve bu kadar iyi durumda ve ikinci-el-tezgahta bulanacağını tahmin etmeyeceğiniz bir albüm elime düştüğü için çok mutlu olmuştum. Tüm albümü çok severim ama Faron Young, Desire As ve Love Breaks Down grubu ilk kez dinlemeye niyetleneceklere tavsiyem olsun.

Yine hediye albümlerden biri ve Bonnie Prince Billy'nin en sevdiğim albümü. Geçen seneki Babylon konseri sonrası çıkışta littlemermaid almıştı bana ve yine arşivimde olduğu için çok mutlu olduğum albümlerden biridir kendisi. Albümden favorilerim ise What's Missing Is, Where is the Puzzle, Lie Down in the Light ve tabi ki You Remind Me of Something.

Nekropsi'nin efsanevi albümü. Sanırım 2007 doğumgünü hediyemdi, yanlış hatırlıyorsam ucucaparklar düzeltsin :) İnanılmaz güzel bir albümdür, Türkiye'nin en önemli progresif-deneysel albümlerinden biridir. Hatta öyle ki bu konudaki misyoner tarafımı bastıramayarak diyorum ki : Şu saydıklarım azıcık ilginizi çektiyse mutlaka edinin, böyle gruplar daha çok desteklenmeli kesinlikle.

En sevdiğim ve en çok dinlediğim gruplardan biri olan The Smiths'in Hatful of Hollow'ı. 2008'de ucucaparklar ve ladylestrange ile birlikte Londra'da ikinci el CD satan bir yerden almıştık. 5 pound filandı sanırım fiyatı. Yine sevinçten 4 köşe olmuştum tabi ki :) Tüm albüm inanılmaz, o yüzden şarkı tavsiye etmeye yeltenmiyorum bile. Hem o süreç bende fazla Sophie'nin Seçimi halet-i ruhiyesi yaratıyor.

Yine 2008 yazında, Londra'da ucucaparklar ve ladylestrange ile girdiğimiz bir müzik marketten almıştım The Last Shadow Puppets'in The Age of Understatement'ını. Standing Next to Me o yaz en çok dinlediğim şarkıydı ve o yaz aldığım tek birinci-el albümdür kendisi. Dolayısıyla memlekete neredeyse cüzdan boş girişimin sebeplerinden biridir ayrıca. Hayır, pişman değilim :) Çok çok çok iyi bir albüm, iyi ki almışım.


Bunu lisedeyken -sanırım 2004'te olacak- bir dershane arkadaşım doğumgünü hediyesi olarak almıştı. Murathan Mungan'ın hiçbir şeyini okumadığım dolayısıyla hakkında 0 ilgi-bilgiye sahip olduğumdan ne oldu da bu albümü aldı bilmiyorum açıkçası :) O ara bir iki kere dinlemiştim. Bu yazı buna da vesile olmuş olsun bir kere daha bir dinleyeyim bari.



Geçen senenin en sevdiğim filmlerinden (500) Days of Summer'ın Soundtrack albümü, aynı zamanda littlemermaid ve dalgıç'ın bu sene bana yılbaşı hediyesi :) Filmin çok büyük bir kısmını Summer ve Tom'un ortak müzik zevki kaplıyor idi ve sanırım bu filmi bu kadar çok seviyor olmamın en büyük sebeplerinden biri de bu. Albüm de bir çok indie ismin yanı sıra benim en çok sevdiğim gruplardan The Smiths ve She & Him'in şarkılarından oluşuyor.



Günümüz Türk pop müziğinin en çok takip edilen gruplarından biri olan Pinhani'nin İnandığım Masallar'ını 2007'de, Kanal D'deki Dawson's Creek çakması Kavak Yelleri'nin ilk bölümünde kullanılan şarkılarını duyunca almıştım. Şimdi pek dinlemesem de çok güzel bir albümdür, hatta çok yakın bir arkadaşıma doğumgünü hediyesi olarak da almıştım o sene.

Arşivimdeki orijinal CDler bunlardan ibaret. Çok az gerçekten değil mi? :)
İlkokul - ortaokul yıllarımdan kalan birkaç kaset de olacak bir yerlerde ama Tarkan, Britney Spears vs. hakkındaki anılarımı ne kadar okumak istersiniz bilemiyorum :)

Çiçekçi Kız – Erguvan (Cercis siliquastrum)

,



Erguvan ağaçlarının morlu pembeli çiçeklerini açtığı bu aylarda doğanın eşsiz rengine hayran kalmamak imkânsız. Nisan ayının 2. haftası ile birlikte baharın müjdecisi Erguvanlar İstanbul boğazının en değerli mücevherleri olarak kendilerini göstermeye başladılar. Yalnızca bir ay süren çiçeklenme dönemleri boyunca hayatı ertelememenin ve keyifli bir boğaz turuna çıkmanın vaktidir bence.









Vatanı Güney Avrupa ve Batı Asya olan Erguvan ağaçları, ülkemizde özellikle Ege ve Marmara bölgesi olmak üzere kuzey Anadolu’nun Karadeniz kıyılarında ve Akdeniz Bölgesinin makiliklerinde yetişmektedir. Türkiye’de görülen Cercis siliquastrum (Akdeniz erguvanı) dışında, Cercis gigantea (Dev erguvan, Çin) ve Cercis mexicana (Meksika erguvanı) gibi pek çok türe sahiptir. 8-10 metre kadar boylanabilen Erguvanlar, tek gövdeli, böbrek şeklinde tüysüz yapraklı, 7-10 cm uzunluğunda fasulye biçiminde meyveleri (legümen) olan bir ağaç türüdür. Genellikle 15 nisan - 15 mayıs tarihleri arasında açan ve 3-8 tane tomurcuğu bir arada bulunan morlu pembeli çiçekleri Erguvanların bu kadar sevilmelerinin en önemli sebebidir. Havaların güzel olduğu bazı sonbahar aylarında çok nadir de olsa çiçeklenme görülebilir.


Akdeniz iklimini seven Erguvanlar, güneşi sevseler de yarı gölge ağacı olarak bilinirler. Kuru ve taze, killi-kireçli topraklarda ve özellikle güneye bakan yamaçlarda keyifle gelişirler. Her ne kadar budanmayı sevmeyen bir ağaç türü olsalar da çiçeklenme döneminden sonra gelişen tohumların daha sağlıklı olması için temizlenmesi ağacın bir sonraki çiçeklenme süreci için gereklidir. Tohumu oldukça bol olan Erguvan ağacı meyvesi sonbaharda olgunlaşır ve kış ayları boyunca ağaçta kalır. Kahverengi, fasulye görünümlü tohumları ilkbahar aylarında don tehlikesi olmayan yerlerde ekilerek ağacın üretimi yapılabilir. Tohumlar kabuk sertliğinden kaynaklanan sebeplerle doğal yollardan çimlenme konusunda başarısızlardır. Genellikle suda şişirilerek kabuğun esnetilmesi gerekir. Çelikle üretimi ise Temmuz ve Ağustos aylarında ağaçtan alınan yarı odunsu çeliklerle gerçekleştirilir. Erguvan ağaçlarının ilk çiçeklenme dönemleri dikimlerinden birkaç sene sonra gerçekleşir.


-Erguvanlar, -15 dereceye kadar dona direnebilen ağaçlardır.
-Tuzdan etkilenmezler bu sebeple sahil bahçelerine dikimleri uygundur.
-Yaprakları tıpta, meyveleri çikolata yapımında kullanılır.
-Farsça bir renk ismidir.
-Bizans'ta zenginliğin ve gücün simgesi olarak kabul edilen bu renk hükümdarlarının pelerinlerinde kullanılmıştır.
- Hıristiyanlığın önemli imgelerindendir.

-Yüzyıllar boyunca Bursa şehrinin simgesi olmuştur.
-Mor çiçekleriyle ünlü Erguvanların ender bulunan beyaz çiçekli türlerine İstanbul’da rastlamak mümkündür.
-Güçlü dalları baston yapımında kullanılır.

***Nazlı güzel Erguvan ağaçlarının seyrine doymak isteyenler, geç kalmadan İstanbul boğazını turlamaya başlamalılar. Avrupa yakasında Bebek ve Emirgan iskelelerinde, Anadolu yakasında ise Kandilli, Kanlıca ve Çubuklu iskelelerinde Erguvanları en güzel halleriyle fotoğraflamak mümkün.

Haftaya konuğum mavi, pembe ve beyaz renklerde top top çiçekleriyle dikkat çeken Ortancalar.
 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates