29.1.11

Londra'da Bir Bolahenk Sokaklı: Bölüm 2

,


Yolu Christmas zamanı İngiltere’ye düşen bir İstanbullu olarak hem büyülendiğimi hem de çok şaşırdığımı söylemeliyim. Her şeyi madde madde anlatmaya geçmeden önce Christmas’ın nasıl büyük bir çılgınlık olduğunu anlatmaktan başlamam en doğrusu olacak. Christmas’dan, yani Aralık 25’den, bir ay kadar önce onlarca Christmas kanalı televizyonlardaki yerlerini alıyorlar. Çocuklar için açılan onlarca Christmas temalı çizgi film kanalının yanı sıra yetişkinler için de envai çeşit alışveriş ile film kanalı başlatılıyor. Mağazalar dekorasyonlarını çok önceden hazırlarlarken dünya neredeyse tek bir günün etrafında dönüyor. Kırtasiye dükkanları alabildiğine Christmas kartıyla dolduruluyor, metrolardan sokaklara, otobüslerden havalimanlarına her yer hediye ilanlarıyla dolup taşıyor. Yaklaşık bir buçuk aylığına dünya tek bir günün etrafına dönerken alışveriş çılgınlığı gözlerinizi kamaştırıyor.

NEREDE KUTLANIR?
Öncelikle Christmas’ın en önemli geleneğinin aile olduğunu söylemem lazım. Eğer ölüm kalım sebebiyle yurt dışında falan değilseniz ve İngilizseniz bu demek oluyor ki Christmas aileyle geçirilecek. Bizim kimi bayramlarda kaçamak yaptığımız gibi, "Biz de bu Christmas’da tatile gidelim," demeyi düşünüyorsanız, alacağınız cevap "Yemezler," oluyor. Zira yılın en önemli günü kabul edilen bu günü ailenizden ayrı gayrı geçirmeniz ayıp kabul ediliyor. Benim tüm bu Christmas şenliğine şahit olmamı sağlayan pek sevgili sevgilim Guy’ın geçen gün internette denk geldiği bir araştırmaya göre İngiltere'de çiftler en fazla Christmas döneminde ayrılıyormuş. Araştırma sebepleri açıklamıyordu ama bizim tahminimiz aileyle tanıştırılmak üzere Christmas’da davet edilmeyen kimi çiftlerin bu krizi atlatamaması ya da birbirine yanlış hediye alan çiftlerin “Sen beni hiç tanımıyorsun” ana temalı kavgalar sonucunda ayrılmaya karar vermesi yolunda oldu ki bu da bizi ikinci bölüme götürüyor.

HEDİYELER
Christmas’a dair bildiğiniz her şeyi unutun, çünkü günün esas meselesi hediyeler. Bir buçuk ay öncesinden kime ne alacağım paniğiyle birlikte mağazalardaki kuyruklar da büyüyor. İş yaratıcılığınıza kalmış ama girdiğiniz her mağazada hediye setlerine denk geliyorsunuz. Herkes çılgınca bir dükkandan öbürüne koşturuyor, Christmas’dan birkaç gün önce de eli kolu paketlerle dolu bir sürü insanı metro ve trenlerde ailesinin evine göç ederken görebiliyorsunuz. Fakat sakın filmlere kanmayın. Hani mutlu mutlu Christmas alışverişini yapıp eli kolu hediye paketiyle sokakta dolaşan insanlar var ya, onların hepsi yalan. Neredeyse hiçbir mağaza aldığınız malzemeyi hediye paketi yapmıyor. Yapan birkaç yer varsa, onlar da ekstra 2-3 pound istiyorlar. Siz de paşa paşa kendi hediye paket süsünüzü satın alıp evde yapıyorsunuz. En azından böylece orta okulda aldığımız el işi dersleri bir işe yaramış oluyor.

CHRISTMAS KARTLARI
Bu da ayrı bir çılgınlık. Sadece ama sadece tebrik kartı satan o kadar çok mağaza var ki ben ilk gördüğümde inanamadım. Gençler bu kart meselesini fazla takmıyorlar, lakin geniş aileler için bu mesele ayrı bir önem arz ediyor. Bir nevi bayram telefonu açmak gibi bir durum. Christmas’da göremeyeceğiniz kim varsa hepsine birer şirin kart alıp gönderiyorsunuz, bu yüzden evde toplu bir kart paketi hazır bulundurmanız en sağlıklısı oluyor.

CHRISTMAS ÖNCESİ, ESNASI VE SONRASI

Christmas Eve
Önceki gün, yani Christmas Eve genelde ailelerin evine geçiş yaptığınız gün oluyor. Biz de Christmas Eve’de Fleet’e geçtik (Fleet’i bir sonraki yazıda anlatacağım). Her yerde böyle mi bilmiyorum ama Fleet için Christmas Eve denilen gün, puba gidilip bir önceki Christmas Eve’den beri görülmeyen lise arkadaşlarının görülüp koskoca bir yıldır neler yapıldığına dair bilgi alışverişinin yapıldığı bir gün. Bana biraz mezuniyet sonrası toplantılarını hatırlattı.

Christmas Günü
Nasıl ki Christmas öncesi
hazırlığı hediyelerden ibaretse, Christmas gününün bütün olayı da yemek yemek. Bütün gün yemek yiyorsunuz, ciddiyim. Benim gibi çılgınlar gibi yemek yemeyen bir tip bile durmadan yediyse, bu işte bir hayır vardır deyip en önemli alt başlığa geçiyorum.

Christmas Menüsü
Bu da Christmas’ın en önemli detaylarından birisi. Her evde aşağı yukarı aynı menü hazırlanıyor ve bu menü de tüm geleneğin değişmeyen parçalarından birisi. Menümüzde neler var hemen sıralayalım. Açılış füme somonla yapılıyor. Daha sonra hindi, Brüksel lahanası, patates, kızılcık sosu, fındık ve cevizli harç, pigs in blanket ve bol miktarda gravy sos ile devam ediliyor. Bitti sanmayın, bunların hemen ardırdansa Christmas Cake ve Christmas Puding geliyor. İkisi de meyveyle yapılıyor, Christmas puding’e ekstra olarak brandy sos ekleniyor.





Christmas Cracker’ları
Christmas crackers minik hediye paketleri. İki ayrı kişi paketi iki tarafından tutup çekiyor ve “pop” sesi eşliğinde minik bir hediye (bana anahtarlık çıktı), bir bilmece kağıdı ve kafanıza takmanız gereken bir taç çıkıyor. Sofradaki herkesin bir cracker’ı mutlaka oluyor. Bu taç takma mevzusu da sanmayın ki sadece gençler ya da afacan yetişkinler tarafından uygulanıyor. Bir restoranda erken bir Christmas yemeği yiyen yaş ortalaması 80 civarında bir gruba denk geldik. Onların da kafasında aynı crackers taçlarından vardı. Azıcık sorup soruşturduktan sonra öğrendim ki Christmas yemeği yerken crackers taçlarından takmak adetten.

Christmas Çorabı
Bu beni en mutlu eden Christmas detayıydı. Uyumadan önce boş duran duvara asılı Christmas çoraplarımız ertesi sabah Guy’ın annesi tarafından ağzına kadar hediyelerle doldurulmuş bizi bekliyordu. Benim çorabımdan alabildiğine çikolata, kitap ayracı, kırmızı çoraplar, kalpli post-it’ler çıkarken Christmas sabahını tüm yemeklerden önce tıka basa çikolatayla dolu bir mideyle açmış oldum.

PANTOMIME
Pantomime’ın Zargan açıklaması, “Noel zamanı oynanan peri masalına dayalı müzikli tiyatro oyunu”. Daha detaylı bilgi isteyenleri buraya alalım. Ama kısaca genelde masallardan uyarlama gösterilerden bahsediyoruz. Mesela biz Pamuk Prenses’i izlemeye gittik. İngiliz tiyatrosunun en köken halini burada görmek mümkün, çünkü seyircilerin de oyuna müdahelesi söz konusu. “Cadı arkanda” ya da “Yalan söylüyor” gibi çığlıklarla seyirciler de oyuna katılıyorlar. Genelde çocuklar için tasarlanıyor olsa da örneğin bizim gittiğimizde yetişkinler için de pek çok espri hazırlanmıştı. Zaten oyunculardan ikisi İngiliz televizyonlarınca ünlü iki kişi olduğundan (şu anda adlarını hatırlamıyorum ama birisi EastEnders dizisinde oynuyordu, birisi de eski Xfactor yarışmacılarındandı) hedef kitlesi çocuklar kadar yetişkinlerdi de.




Bir sonraki yazımda Canterbury, Bath, Dorset ve Fleet notlarıyla karşınızda olacağım.

28.1.11

"Geleneksel" Bir Aile Filmi: The Kids Are All Right

,


Simone De Beauvoir'ın ünlü "Kadın doğulmaz, kadın olunur" düsturundan Judith Butler'ın Cinsiyet Belası'na uzanan yolu izleyiciyi yormadan ortaya koyan bir filmle karşı karşıyayız. The Kids Are All Right cinsiyet rollerini hiç beklemediğiniz bir yerden vurarak aile rollerimizi, peformatif davranışlarımızı yeniden gözden geçirmemize sebep oluyor.



Filmimiz pek çoğumuz için oldukça sıradan bir sahneyle başlıyor. Anne ve iki çocuk sofrada oturmuş babalarının akşam yemeğine gelmesini bekliyorlar. Sofrada boş bırakılmış sandalye tabii ki masanın en başında duran, en babaya has taht sandalyesi. Az sonra kapı açılıyor, baba eve geliyor ve aileye katılıyor. Çocuklara hayatlarına ilişkin birkaç soru sormaktan tutun da karısının yeni açmaya çalıştığı işle ilgili olarak savurganlık yaptığına dair birkaç küçük eleştiriye dek tipik bir orta sınıf aileyi izliyoruz. Tek bir farkla... Babayı canlandıran kişi, Annette Bening'den başkası değil. Söz konusu karı-koca lezbiyen bir evli çift, çocuklarsa çiftin sperm bankasından aldıkları spermle dünyaya getirdikleri çocuklar. Bu saydıklarımdan hiçbiri onları daha az aile yapmıyor tabii ki, hatta aksine ailenin tüm üyeleri geleneksel cinsiyet rollerine öylesine sıkı sıkıya bağlılar ki, en geleneksel aileye taş çıkartacak denli ata-erkil bir aileyle başbaşa kalıyoruz.

Nic (Annette Bening) kısa kesilmiş saçları, erkeksi kıyafetleri , sinirlendiğinde dozunu kaçırdığı içki içme alışkanlığı, hatta adıyla bile en baştan performe ettiği rolünü belli ediyor. Jules ise (Julianne Moore) Nic"in isteği üzerine geçmişte işini bırakıp kendisini çocuklarına bakmaya vermiş, kariyerinde doğru düzgün bir yol tutturamamış, Nic tarafından fazla duygusal ve sorumsuz olmakla suçlanan bir anne modeli. Çiftin zaman zaman gay erkek pornosu izliyor olması ise hayatlarındaki bir "eksikliğin" ilk ipucunu veriyor. Zaten The Kids Are All Right her türlü detay açısından tutarlılıkla dolu. Film boyunca hiçbir detayı boşuna görmüyorsunuz, başta gördüğünüz herhangi bir sahne sonunda sonuç açısından önem kazanıyor. Bu da oldukça derli toplu bir film ortaya çıkartıyor.



Çocukların biyolojik babalarını merak etmeleri ile ise filmimiz başlıyor. Söz konusu biyolojik babanın (Mark Ruffalo) herkesle iyi geçinen eğlenceli bir adam çıkması, çocukların kalbini kazanması ve Jules ile çalışmaya başlaması ile birlikte Nic'in aile içindeki otoritesini kaybetmekten korkaya başladığını görüyoruz. Esas kriz de bundan sonra başlıyor.

83. Oscar ödüllerinde En İyi Film, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Mark Ruffalo), En İyi Kadın Oyuncu (Annette Bening) ve En İyi Özgün Senaryo dallarnıda aday gösterilen The Kids Are All Right, hepimizin taktığı cinsiyet maskelerini yeniden hem de hiç beklemediğimiz bir yerden, bir lezbiyen çift aracılığıyla gözler önüne seren, zekice tasarlanmış bir film. Annette Bening göz dolduran oyunculuğuyla bu yılın Oscar ödüllerinde Black Swan'de izlediğimiz Natalie Portman'ın en güçlü rakibi. Çocuklardan Joni'yi oynayan Mia Wasikowska'yı ise Tim Burton'ın Alice Harikalar Diyarında'sından hatırlayacaksınız.
!f istanbul ile İki Kadın Bir Erkek adıyla gösterime girecek The Kids Are All Right kesinlikle görmeye değer.

24.1.11

elf fırça karşılaştırmaları 2: elf studio stipple brush vs. elf studio powder brush

,
son yazımda elf siparişimden bahsetmiş ve mineral powder brush ile complexion brush'ı karşılaştırmıştım. aynı seriye devam ediyorum.

yeni aldığım fırçalardan elf studio stipple brush likit fondöten, renkli nemlendirici, krem allık uygulamak için kullanılabilir, ya da çok yoğun renk veren allıkları hafifçe uygulamak için tercih edilebilir. ben bunu hem renkli nemlendirici hem krem allık uygulamak için kullandım ve çok memnun kaldım. yabancı bloglarda insanların renkli nemlendiriciyle iyi bir kapatıcılığa ulaştığını görüyordum ama ben parmaklarımla uyguladığım için ince kalıyordu. bu fırçayla (ve laura mercier oil free tinted moisturizer ile) daha yüksek bir kapatıcılık yakalayabildim. üstelik renkli nemlendiriciyi homojen bir şekilde dağıtabildim, çizgi çizgi bir görüntü oluşmadı.

bu fırça meşhur mac 187'yle kıyaslanabilir (şurada güzel bir karşılaştırma yazısı var). mac'in "duo fibre" olarak tanımladığı şeyi elf "stipple" olarak tanımlamış ama ikisi de aynı şey. siyah kısa kıllarla beyaz daha uzun kılların bir aradalığı sayesinde daha hafif bir uygulama elde ediliyor, renkli nemlendirici veya fondöteni kalın bir tabaka halinde uygulamaktansa ince bir şekilde uygulamak, kapatıcılığın artırılmak istendiği yerden ince bir kat daha geçerek homojen bir görüntü elde etmek mümkün oluyor. klasik fondöten fırçalarındaki fırça izinin belli olması, cilt makyajının kalıp gibi durması riskleri bu şekilde azaltılıyor.

bende 187 yok ama görebildiğim kadarıyla elf'in kılları mac'inkiler kadar kaliteli değil, fırçanın formu da biraz daha farklı; 187 sanki biraz daha geniş, bu açıdan elf fırça 187'den biraz daha küçük olan 188'e de benzetilebilir. eğer gerçekten sıklıkla kullanacağınızı ve fırçanıza iyi bakacağınızı düşünüyorsanız 187'yi tercih edebilirsiniz, eminim uzun süre kalitesini yitirmez ve verdiğiniz paranın karşılığını alırsınız. ben malesef fırçalarına çok iyi bakan biri değilim, 187'ye ciddi bir para verip (yanılmıyorsam fiyatı 100tl'nin üstünde) sonra onu düzgünce yıkamazsam, çok da sık kullanmazsan saçma olur diye düşündüm ve elf'inkini tercih ettim. elf studio stipple brush benim işimi görüyor, 3.50 pounda (yaklışık 8 tl) gayet güzel bir uygulama elde edebiliyorum, kılları hiç dökülmüyor, seviyorum yani :)

elf studio powder brush ise benim uzun süredir sıklıkla kullandığım fırçalardan biri. pudra fondöten kullanıyorsanız veya pudranızın daha kapatıcı olmasını istiyorsanız bu fırçayı mutlaka öneririm. normal bir pudra fırçasıyla cildiniz üzerinden kat kat geçmek bazen toz toz bir görüntü oluşmasına yol açabiliyor ("cakey" denilen durum çok feci!). bu fırçaya pudranızı alıp sürterek değil pat pat yaparak cilt makyajınızı uygularsanız pudranın cildinizle bütünleştiğini, daha yoğun bir kapatıcılığı kolaylıkla elde ettiğinizi görebilirsiniz. ben mac studio fix'i bu fırçayla uyguluyorum, mac mineralize skinfinish neutral tarzı pudralar için de ideal bir uygulama sağlayabilirsiniz. şurada bu fırçayla ilgili güzel bir yazı var, yazarı likit fondöten için bile bu fırçayı kullandığından bahsetmiş. elf studio powder brush, studio serisindeki diğer fırçalar gibi 3.50 pound, kıl dökme gibi bir soruna bu fırçada da rastlamadım.
hem elf studio stipple brush hem de studio powder brush düz bir yüzeye sahip, powder brush neredeyse bir kabuki gibi sık kıllıyken stipple brush yukarıda bahsettiğim gibi iki katmanlı kıllara sahip. bu nedenle studio stipple brush likit ve krem ürünlerin uygulanması için daha uygun, daha hafif bir etki veriyor. studio powder brush ise sık kılları ve yoğun tutuculuğu ile daha yoğun bir uygulama imkanı sağlıyor.

elf'ten sipariş vermek için buyrun.

bir sonraki karşılaştırma yazısında elf blending eye brush ile mineral serisinin blending eye brush'ından bahsedeceğim.

23.1.11

Sofia Coppola'dan Bir Ennui Güzellemesi: Somewhere / Başka Bir Yerde

,
Biz modern izleyicilerin filmle kurduğu duygusal ilişki genellikle ikiye ayrılıyor: Bir filmden kendimize ya kathartik bir deneyim çıkarıyoruz, yani özdeşleştiğimiz karakterlerin reel olmayan eylemlerini ikinci elden tecrübe edip ağlıyor, seviniyor, üzülüyoruz; ya da özdeşleşemeyeceğimizden emin olduğumuz karakterlerin hikayelerinin içinde görsel, duyusal sinema efektlerinin de etkisiyle, kaybolup kendi gerçekliğimizden kaçıyoruz. Bu deneyimler, yaşandıkları anda ne kadar kuvvetli olursa olsunlar, çok istisnai durumlar hariç, sonraki güne unutulmuş, tamamen zihnimizden silinmiş oluyor. Bu durumun geçiciliğine rağmen, yine de bize bu deneyimleri yaşatmayan, bir yerinden özdeşlik kuramadığımız filmlerden uzak duruyoruz. Onları sıkıcı, izlemesi zor, "anlamsız" buluyoruz; bir yerinden bize ulaşsınlar, içinde bizim için de ulaşılır olan genel geçer bir şey olsun, olmazsa da bize hayatlarımızda olmayan bir şey sunsun, bizi şaşırtsın istiyoruz.
Somewhere, işte tam da bunların hiçbirini yapmayan filmlerden. Oscar ödüllü Sofia Coppola'nın son uzun metraj ürünü olan,  ilk bakışta üstte gördüğünüz son derece retro posteri ve uzun çekimleriyle ilgi çeken film, orta yaşlı ve son derece başarılı bir Hollywood aktörünün herhangi bir anlam ve derinlikten yoksun zavallı varoluşunu anlatıyor. Her gece bir başka kadınla birlikte olan, hayatı ne söyleyeceğini bilmediği röportajlar ve içine nasıl düştüğünü bilmediği bir ün, para ve dejenerasyon etrafında dönen Johnny Marco'nun film boyunca tek bir kayda değer laf etmeyen arkadaşı ve 11 yaşındaki kızı hariç kimsesi yok. Filmin en başlarında onun bu anlamsız varoluşu, hiçbir Hollywood abartısına bulaşmadan küçük nüanslarla ve absürd durumlarla son derece başarılı bir şekilde veriliyor. Hatta Johnny ile birlikte kendinizi de vurmak isteyeceğiniz büyük bir can sıkıntısından ve anlamlı bir insan ilişkisinden yoksun olan bu bölümler, filmin gidişatı adına kaygılanmanıza yol açıyor. Johnny'nin hayatının sadece bir buçuk saatlik seçmece bölümlerini izleyeceğiniz filmdeki neredeyse dokunulur hale gelen bu can sıkıntısı size de bulaşır diye korkmadan edemiyorsunuz. Bunda filmin sırtını yasladığı ve Coppola'nın imzası haline gelmiş minimalizmin büyük bir etkisi var, Coppola hiçbir şeyi ilk görüşte, ilk sahnede anlatmak, anlaşılır kılmak derdinde değil; dolayısıyla da size kalan sadece çok iyi çekimlerle kaydedilmiş durumlar, ana karakterin son derece manasız yaşamının el verdiğince diyalog ve neyse ki çok başarılı oyunculuklar.

İlk kez performanslarını izlediğim Johnny'i canlandıran Stephen Dorff ve kızı Chloe rolündeki Elle Fanning gerçekten şapka çıkaracak kadar iyi performanslar sergiliyorlar. Sephen Dorff'un Johnny portresi ister istemez her çok başarılı performansta olduğu gibi aktörün kendisini sorgulatıyor, hakkında daha çok şey bilme, daha fazla performansını izleme isteğini uyandırıyor. Johnny'nin bir süre her zamankinden daha fazla vakit geçirmek durumunda kaldığı ve onunla ilişkisi üzerinden kendi hayatının eksikliklerini anladığı 11 yaşındaki masum, sakin, hem çocuk hem genç Chloe rolünde Elle Fanning de en az Stephen Dorff kadar iyi. İnsan ister istemez Fanning kanında bir şeyler var herhalde diye düşünmeden edemiyor (Elle, Dakota Fanning'in kız kardeşi).
Bu iki karakterin son derece durağan, alıştığımız anlamda bir giriş-gelişme-sonuçtan ve diyalogtan uzak öyküsü, tüm bu genel film izleyicisini zorlayan haline, "önemli", "büyük" anlatı eksikliğine rağmen son derece doğal etmenlere yaslanarak son derece insani şekilde anlatılıyor. Filmlerde göre göre alıştığımız, artık "ister" olduğumuz türden bir çözülme ya da son da yok Somewhere'de. Kamera kullanımları Coppola'nın diğer filmlerinden farklı olarak daha natürel daha dogmavari bir tonda, çekimler akla Fransız New Wave'ini, diyalogun aksaklığı ise Nuri Bilge Ceylan'ı getiriyor.
Kısacası depresyonun etrafında dolaşan, boş bir "olmak" halinin sıkıntısını sonunda kendince kırarak işleyen, bu anlamda alıştığımız modern, varoluşçu anlatılardan hala tutunduğu "umut"la ayrılan bir film Somewhere. Tüm minimalizmini fazla "snob" ya da "sıkıcı" bulmaz ve ön yargılarınızdan arınarak izlemeyi başarırsanız, ki başarılması zor bir şey olduğunun farkındayım :), özdeşleşilemeyenin içinde de hem estetiği hem de anlatılmaya değer hikayesiyle sizi şaşırtabilir. Phoenix'in yaptığı, filmin kullanıldığı her sahnesini bir başka kılan soundtrack'i de cabası. Türkiye'de 20 Mayıs'ta gösterimde, internetin gücüne inananlar için ise her yerde :)

17.1.11

Londra'da Bir Bolahenk Sokaklı: Bölüm 1

,
Bir süredir blog yazılarına ara vermek zorunda kalmıştım. Tez ve iş gibi mühim sebepler dışında diğer bir hayırlı sebepse bir aylık uzun bir Londra gezisi yapmış olmamdı. Bu Londra’ya ikinci gidişim olduğundan ve ilk gidişimde neredeyse tüm turistik atraksiyonları birer birer keşfetme olanağı bulduğumdan, bu gezim biraz daha farklıydı. Öncelikle bu defa mükemmel bir rehberim vardı ki sayesinde Londra’ya tatile giden değil de bizzat orada yaşayan birinin neler yaptığı, rehber kitaplarda yazmayan ne gibi mekanlarda vakit geçirdiği, adetler, alışkanlıklar vs. gibi unsurları birinci elden keşfetme imkanı buldum. Üstelik tatilim Christmas ve yılbaşına da denk geldiğinden usulünce bir İngiliz Christmas’ı geçirmiş oldum. Londra’ya kısa süreliğine gidecek olanlar için şipşak rehber yazısı ucucaparklar’dan gelecek. Bu yazıdan itibaren başlayan seriyle ben de Londra’da keşfettiğim yerleri bir bir tüm detaylarıyla paylaşacağım.

BRIXTON
Hemen aklımızda çalan şarkı, Guns of Brixton. Haliyle bir ayımı burada geçirmeden önce aklıma gelen olasılıkların tek sorumlusu da yine aynı şarkı. Halbuki Brixton geçtiğimiz ay içersinde benim favori mekanlarımdan birisi oldu. Kabul ediyorum ki Nothing Hill gibi şık ve gösterişli değil, fakat gidilecek doğru mekanları bilince son derece eğlenceli bir yer haline geliyor. Guns of Brixton şarkısının kafamda yarattığı imajın aksine bir ay boyunca sadece tek bir kez polis barikatına tanıklık ettim ki bu da şansa denk geldi. Yirmi dakikada bir polis sireni duymanız ya da adım başı uyuşturucu satıcılarına denk gelmeniz Brixton’ın alışıldıklarından olsa da bir süre sonra tüm bunları olağan karşılamaya başladım. Serinin ilk yazısında da Brixton’a yolu düşenler nereye gitmeli, ne yapmalı teker teker sıralayacağım.

Brixton Market

Envai çeşit manavdan kasaba istediğiniz her şeyi bulabilecek olmanızın yanı sıra minik kafeleri ve mükemmel lezzetler sunan restoranlarıyla Brixton Market şaşırtıcı bir yer. Karnınız çok açken ve fazla da para harcamak istemiyorken birden kendinizi mini mini bir İtalyan restoranında bulabiliyorsunuz. Envai çeşit Afrika yemeğinin servis edildiği ufak restoranlar, küçük Fransız kafelerinin hemen yanında duruyor. Seçeneğiniz çok, üstelik Brixton’ın daha düşük bütçelere hitap etmesi dolayısıyla çılgınca paralar harcamadan olabildiğince çok seçeneğe ulaşabiliyorsunuz. Kimi zaman kafelerde düzenlenen küçük konserlerle de sadece yeme-içme anında değil, eğlencede de Brixton Market güzel bir alternatif oluşturuyor.

The Effra Hall
The Effra Hall, Londra’da en çok sevdiğim mekan oluverdi. Sebebi ise cuma ve cumartesi akşamları dışında her akşam bir jazz grubuna ev sahipliği yapması. Siz mutlu mutlu biranızı yudumlarken en fazla iki metre ötenizde muhteşem bir konser veriliyor. Üstelik mekanın kendisi, arka bahçesi vs. de çok sevimli olduğundan gittikçe bir kez daha gitmek istedim, sonuçta da amacıma ulaştım. Size tavsiyem buraya özellikle en azından bir akşamınızı ayırmanız. Canlı jazz dinlerken keyfine bakmak isteyenler için mükemmel bir seçenek.

The Rest Is Noise
Bu pek güzel mekan adını Alex Ross’un The Rest Is Noise adlı kitabından alıyor. İster yemek yiyin, ister bir şeyler içmeye gidin, isterseniz de dans etmeye gidin… Mekanın içi oldukça geniş olduğundan her şeye bolca yer var. Bizim gittiğimiz iki akşamda da dj vardı, bir defasında kendimi reggae yaparken buldum ve normalde tek bir dans figürü bile beceremeyen bir insan olduğumdan içimdeki gizli reggae yeteneğinin ortaya çıkışını mekana bağladım. Bazı akşamlar çok kalabalık olabiliyor ama biz her gidişimizde fazlasıyla eğlendik. Zaten Brixton’da yarım saat dolaşınca ilk dikkati çeken yerlerden biri olduğundan, metro istasyonundan düz yürü, yirmi metre ilerde gibi bir tarifi de olduğundan gözünüze ilişecektir.


Asmara Restaurant
Burası bizim coğrafyamızca pek bilinmeyen, Afrika’da yer alan Eritrea ülkesinin yemeklerini sunuyor. Hatta adını da Eritrea’nın başkentinden Asmara’dan alıyor. Daha önce hiç Afrika yemeği yemediğimden buraya giderken bayağı heyecanlıydım. Nitekim heyecanıma değdi. Spesyallerden birini the injerra’yı söylemeye karar verdik. Lavaşın üzerine koyulan değişik şekillerde pişirilmiş etleri, tavukları, sebzeleri ve yumurtayı lavaştan küçük parçalar kopartarak elinizle yiyorsunuz. Bitirdiğinizde ise tıka basa doymuş oluyorsunuz. Üstelik çok da lezzetli. Ardından da Eritrea kahvesi söylüyorsunuz. Kahve yanında patlamış mısırla getiriliyor. Kahvenin de rahatlıkla şu ana dek içtiğim en lezzetli kahve olduğunu söyleyebilirim. Kısaca Brixton’a yolunuz düşerse mutlaka gitmek isteyeceğiniz mekanlardan birisi Asmara Restaurant.

Bir sonraki yazımda Bolahenk Sokak’ın Christmas izlenimleriyle karşınızda olacağım.

16.1.11

Türk Edebiyatının Geleceği Adına Heyecan Verici Bir Roman: Bizim Büyük Çaresizliğimiz

,

Bolahenk Sokak yazarları olarak hepimiz, bölüm itibariyle edebiyat çıkışlı olmamıza rağmen edebiyat üzerine çok fazla yazmıyoruz. Bunda dört senelik bir eğitimin getirdiği söyleneceklerin doğruluğundan, yetkinliğinden emin olamama ve kendi kendinin eleştirmenliğine soyunmanın yanı sıra, hepimizin yaşadığı ve yeni yeni kurtulmaya başladığı okumaya karşı bir isteksizliğin de etkisi büyük. Ancak bizim alana yakınlığımıza rağmen edebi yazıların bu görece azlığında ikinci bir Barış Bıçakçı yazısı yazıyor olmak, yazarın en azından bizim yaş grubu için önemli bir şeyi yakalamış olduğunun göstergesi sayılabilir diye tahmin ediyorum.
Tıpkı ucucaparklar'ın Barış Bıçakçı öyküleri üzerine yazdığı yazısında bahsettiği gibi ben de bir arkadaşımın tavsiyesiyle kitap fuarından aldım Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i. Ve birkaç aydır da kitaplığımda öylece duruyordu, daha önce bir-iki derste okuduğum öyküleri beni çok cezbetmemişti, en azından "Kesinlikle başka bir şeylerini de okumalıyım," dedirtmemişti; ancak hakkında duyduğum, okuduğum olumlu şeyler yazarın aklımdan çıkmasına da engel olmuştu bir şekilde. Bugün öğleden sonra kitaplığımda kendime okuyacak yeni bir şey ararken birkaç aydır aklımdan tamamen çıkan kitap tekrar gözüme ilişti, iyi ki de ilişmiş, çünkü uzun zamandır bir Türk yazar beni bu kadar heyecanlandırmamıştı.
Çok sağlam bir dostluğu son derece nostaljik bir anlatımla yad eden 2004 çıkışlı Bizim Büyük Çaresizliğimiz, yazarın en son romanı. Birbirinden son derece farklı mizaçlara sahip iki dost olan Çetin ve Ender'in arkadaşlıkları o kadar birbirini tamamlar, birbirine muhtaç, hatta birbirine aşık bir şekilde çizilmiş ki, romanın bazı yerlerinde, benim gibi şüpheci bir okursanız hele, yazarın kurgusu hiç el vermemesine rağmen, "Palahniuk türü bir yumruk yiyeceğim, bu iki adam ancak tek bir adam olabilir, bu yakınlık ancak birlikle açıklanabilir," dememek mümkün değil. Yazarın kendine gelecek eleştiriyi kendi eliyle bertaraf etmeden Ender'in ağzından kucakladığı eşcinsellik eleştirilerinin getirilmesine bile müsait olan bu dostluk ve geçmiş, romanın temel noktasını oluşturuyor. "Tanpınar'dan beri kurtulamadığımız geçmişe aşık anlatılardan biri daha mı yani?" demeyin, Bıçakçı'nın tamamen bireyselden dostluğa, birlikteliğe taşıdığı bu nostalji kaybedilene, hiç sahip olunmaya duyulan bir nostalji değil Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de. Aksine sahip olunanın, değerli olanın kutlandığı, "yaşamak" eyleminin sorgulanıp anlamlandırılmaya çalışıldığı, yaşlanmanın kaçınılmazlığıyla başa çıkılmanın imkansızlığı ile ilgili bir nostalji bu. Ne o doğu batı arasındaki parçalanmışlık sebebiyle aranan bir kimlik arayışı, ne de zorlama bir üslup kaygısı var Barış Bıçakçı'da. Bu da internette şöyle bir gezinip okuduklarıma yaklaşan yani "genç" bir yazar oluşuyla açıklanabilecek, insana özellikle deTürk romanının geleceği adına "oh" dedirten bir durum. Özellikle de benim gibi 20li yaşlarının başında, romanda konuşulan dili, güncel hissiyatı arayan bir okursanız.
Barış Bıçakçı ile ilgili çok altı çizilen, benim ise okurken, anlatımının şahane akıcılığından olacak, kitabın ortalarına doğru dikkatimi çekmiş bir diğer mesele ise dil meselesi. Yine görece genç bir yazarımız oluşuna bağlanabilir tabi ki dilinin sadeliği, ancak ben bunu kendinden önceki metinlerin tahlilini iyi yapmış ve onların izinden gitmek yerine kendince olmayı bilinçli olarak seçmiş bir yazarla karşı karşıya olduğumuza bağlıyorum. Bizim Büyük Çaresizliğimiz o kadar iyi kurgulanmış, o kadar iyi dokunmuş ki, Çetin'in sesi Ender'in ağzından bile olsa kendini öyle belli ediyor, ikisinin zihinlerindeki Nihal imgeleri birbirinden o kadar güzel ayrılıyor ki.. Ve de asli olanın Nihal ya da Nihal'e duydukları aşk değil, onların Nihal'e karşı hissettiklerindeki ayrılıkta bile kendini gösteren farklılıklarına rağmen dostlukları, hatta birbirlerine duydukları aşk olduğu o kadar belli ki. Metinle ilgili her türlü övgüyü yazarın yetkinliğinden başka bir şeye bağlamak mümkün değil. Bir de kitap Seyfi Teoman yönetmenliğinde filme uyarlanıyor ki, benim gibi roman uyarlaması filmlere temkinli yaklaşan biri dahi olsanız, yazarın işlerinin hem Türk edebiyatına bundan sonra yapacağı katkıların yanı sıra, sinemada kendini nasıl göstereceği adına da heyecanlanmamak mümkün değil.

3.1.11

elf siparişi / elf fırça karşılaştırmaları 1: elf mineral powder brush vs. elf studio complexion brush

,
*bol fotoğraflı yazı*
aralık ayında elf'in üst üste yaptığı promosyonlara seyirci kalamadım. 100'lük far paletini ücretsiz verdiklerini gördüğüm bir akşam "allaaaaaaah" diye bağırarak sitede gördüğüm her şeyi sepete atmaya başladım! sonuçta büyük bir paket geldi tabi. neyseki sitedeki herşey çok ucuz olduğu için cüzdanımda büyük bir delik açmadan paçayı sıyırdım. elf'ten sipariş vermeyi düşünenler için paketin nasıl geldiğini de fotoğrafladım:

gördüğünüz gibi gayet sağlam bir paket geliyor. ojeler kırılır mı diye endişeleniyordum fakat herşeyi baloncuklu zımbırtılarla (bubblewrap?) sarmalamışlar, hiçbir hasar yoktu. daha önceki siparişlerim de böyle sorunsuz gelmişti. normalde elf'ten yaptığım siparişler üç günde geliyor, bu sefer hem kardan hem de yoğun ilgiden dolayı bir haftada geldi ancak siparişi verdikten sonra siteden durumu açıklayan bir e-mail gelmişti. bu kadar sistematik çalışmaları da güzel tabi.
yeni çıkardıkları fırçaları merak ediyordum, hem eskilerden hem de yenilerden aldım:

yeni fırçalarım gelince bunları elimde olan diğer elf fırçalarla kıyaslayan yazılar hazırlamayı düşündüm. bugün ilkiyle başladığım bu yazıların devamı gelecek, yani yukarıda gördüğünüz fırçaların hepsini başka elf fırçalarla kıyaslayan yazıları ve fotoğrafları paylaşacağım.

elf studio complexion brush'ı allık fırçası olarak kullanıyorum. yaklaşık bir yıldır hemen hemen her gün kullandığım bu fırçadan gayet memnunum. kılları çok yumuşak, dökülme yapmıyor üstelik çok ucuz (3.50 pound, 8-8.50 tl). hem allık hem pudra fırçası olarak kullanılabilir, tutuculuğu da gayet iyi.

elf mineral powder brush bu ikiliden yeni olanı, elf'in mineral serisinden yeni çıkardığı fırçalardan. bunlar doğa dostu, kılları hayvan kılı değil, sapları bambudan yapılıyor. sanırım bambu nedeniyle oldukça hafif fırçalar (studio fırçalarından daha hafifler). mineral powder brush, studio complexion brush'a göre hem biraz daha geniş, hem de sapı biraz daha uzun. ama yumuşaklık, tutuculuk ve kıl dökmeme açısından aynılar. neden studio fırçalar 3.50 poundken mineral fırçalar 5.50 pound (13-13,50 tl) anlamadım. arada 5 tl'lik bir fark yok bence.
elf mineral powder brush, studio complexion'a göre daha geniş olduğu için allıktansa pudra uygulamak için daha uygun. tabi allığı biraz daha hafif bir şekilde daha geniş bir alana uygulamak isteyenler o iş için de kullanabilir. benim sevdiğim bir başka kullanım yöntemi de allığı sürdükten sonra kenarlarından bu fırçayla geçerek sınırı biraz daha yumuşatmak. bir nevi blending işi için kullanıyorum yani. allık konusunda elim de biraz ayarsız, o yüzden allığın üzerinden şöyle bir geçip rengi de yumuşatabiliyorum bu fırçayla. ayrıca makyaj bitince sabitleme pudrasını uygulamak için kullandığım da oldu.

kısacası iki fırçamdan da gayet memnunum. ancak dediğim gibi mineral fırçalara 5tl daha fazla veriyorsam bir fark bekliyorum, doğa dostu olması dışında bir fark göremedim. belki mineral pudra/allık uygulamalarında bir fark oluyordur, fakat ben mineral pudra kulanmadığım için bu konuda bir yorum yapamıyorum. internet sitesinde her türlü pudrayı uygulamak için uygun olduğu, elf'in mineral makyaj ürünlerini uygulamak için de ideal olduğu yazıyor.

elf ürünlerini sipariş etmek için buyrun.

bir sonraki yazımda studio stipple brush ile studio powder brush'ın karşılaştırmasını yapacağım.

bu arada daha önce elf corrective concealer hakkında şu yazıyı yazmıştım.
 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates