26.12.10

Black Swan: Mükemmeliyet Üzerine Bir Ağıt

,
** Spoiler içermektedir! 

Black Swan'ın ilk teaser'ı internete düştüğünde her Natalie Portman filmine gösterdiğim ilgi ve merakla izlediğimi, hatta arkadaşlarıma da izlettiğimi hatırlıyorum. Portman, her performansı kuvvetli ve etkileyici olsa da, çok çeşitlilik gösteren bir oyuncu değil. Her rolünde bir önceki rolünün, belki de kendisinin, izine mutlaka rastlıyorsunuz. Ancak buna rağmen seçtiği filmlerle sizde yarattığı çok iyi bir izlenim de var, mutlaka yeni filmlerini izlemek, takip etmek, ne yaptığından, ne söylediğinden haberdar olmak istiyorsunuz. Bu da karşımızda son derece zeki ve içgüdüleri sağlam bir oyuncu olduğunu gösteriyor ki tahmin edeceğiniz üzere küçümsenecek özellikler değil bunlar. Bizim jenerasyonun Requiem for a Dream'den tanıdığı yönetmen Darren Aronofsky'nin Black Swan'ı yine Portman'ın bu zekasını ve çalışkanlığını ortaya çıkaran, zaman zaman bir Rosemary's Baby ya da Bitter Moon izlediğinizi sanmanıza sebep olacak kadar Roman Polanski kokan bir film. 
Film 30larına yaklaşmakta olan ve hayatı işinden yani baleden ibaret olan Nina'nın mükemmelik arayışının öyküsü. Film karakterinin kendisi gibi obsesif bir şekilde Nina'nın öyküsünü olabilecek en derinlikli şekilde anlatmanın peşinde, her sahnede Nina, her karakterde Nina'nın olmak istediği, olamadığı, olmaktan korktuğu ve olmamak için çırpındığı bir şeyler var. Nina'ya hamile kaldığı için bale kariyeri sona eren annesi, yaşı artık baleye uygun olmadığı için zorla emekli edilen son derece yetenekli Beth, asla erişemediği rahatlık ve hayat sevgisi ile dolu Lily, hak ettiği rol elinden kayıp giden Veronica, hatta Nina'nın devamlı tatmin etmek için çırpındığı, son derece cinsel bir metodu olan bale hocası Thomas..Bunların hepsi Nina'nın kendi içinde olumlu olumsuz savaştığı, bir türlü aralarında kendine bir uyum ve kimlik yaratamadığı katmanları ve film bu uyumsuzluktan doğan bir kaosun içinden açılıyor.  
Aslına bakarsanız bu noktada Nina hayatının en mutlu olması gereken dönemlerinden birinde.
Yıllardır hayalini kurduğu başrole sonunda sahip olmuş, Kuğu Gölü Balesi'nde Kraliçe rolünü almış durumda. Artık demin saydığım karakterlerin temsil ettiği sıkıntıların hiçbirini yaşamıyor olması, ya da o sıkıntıları aşmış olması gerekir. Ama Black Swan'ın en güzel tarafı da bu, Nina'nın sıkıntıları bunların hepsi ve hiçbiri aslında. Onu kariyerinin doruğuna taşıyan mükemmeliyetçiliği ve filmde Portman'ın performansı sayesinde çok iyi bakmazsanız gözden kaçırabileceğiniz, onu yiyip bitiren egosu tüm bunları göz ardı edememesine sebep oluyor. Psikozunun tavan yaptığı sahnelerden birinde ağzından ağlamaklı çıkan "Mükemmel olmak istiyorum." lafı filmin tagline olabilecek kadar önemli bir laf; Nina bu mükemmeliyetçiliğin, o büyük sanatçı egosunun ve kendinden duyduğu şüphenin arasında aklını yitiriyor. 
Tüm bunlardan çok daha yüzeyde kalan ve daha ulaşılabilir olan, Nina'nın bir karakter olarak psikopatolojisi içinde incelenebilecek başka şeyler de var tabi. İçinde bulunduğu çalışma ortamı çok hırslı ve acımasız bir ortam. Kendi mahvolmuş kariyerini kızı üzerinden düzeltmeye çalışan, son derece kontrollü bir anneyle hala birlikte yaşıyor. Onun bu annenin gözü altında bir türlü gelişememiş cinselliği (odasının dekorundan tutun da annesinin gece kendine zarar vermesin diye baş ucunda uyanık beklemesine, banyoda bile kendi başına kalabilmek için kapının arkasına bir şeyler koymak zorunda oluşuna kadar bir sürü detay) bir psikopataloji dersine malzeme olacak kadar zengin. Yine annenin birkaç sözünden geçmişinde bir psikoz atağı geçirmiş olabileceğine dair ip uçları yakalamak mümkün. 
Nina'nın çok da zenginmiş gibi görünmeyen bu psikolojik ve sanatsal sancılarla dolu başarı/çıldırma öyküsünün işleniş biçimi ve taşındığı nokta filmin asıl ilgi çekici ve izlemeye değer tarafını oluşturuyor. Çok ayrıntı vermek istemediğim ve neredeyse hepsi kendine zarar vermek üzerine kurulu delüzyonları 21. yüzyıl teknolojisine alet edilmeden çok gerçekçi bir şekilde görsele dökülmüş. Nina'nın tek enstrümanı olan vücudunun onun için en değerli parçaları hep delüzyonlarının saldırdığı alanlar. Hep istediği itiraf etmekten en çok korktuğu şeyler bu delüzyonlara alet oluyor ve onun peşini bırakmıyor. Yani karşımızdaki çok iyi işlenmiş ve çalışılmış bir karakter analizi ve bu analizin sinematografiye yansıması. Gerçekten, görsel, duyusal bir keyif yaşatmaktan öte insani bir şekilde sunulmuş bir tasvir Nina'nın çıldırma öyküsü. Filmin söylemek istediği şeyi söylediği kapanışı ise, beni filmle ilgili en çok şaşırtan nokta oldu açıkçası. Nina'nın rakibi ve kendi zihninde aşığı olarak gördüğü Lily'yi değil kendini bıçakladığını farkettikten sonra beyaz kuğunun intihar sahnesindeki "I saw it. I was perfect." repliğinden sonra alkışlar ve "Nina!" tezahüratları sırasındaki ölümüyle filmin bitmesini beklemiyordum açıkçası. Çünkü ben de içimden "Burada bitse ne kadar güzel olur!" diye düşünüyordum o an ve büyük filmlerin genelde anlatmak istediklerinin ne olduğundan bu kadar bir kesinlikle emin olmalarına alışık değilim açıkçası. Bu açıdan filmin ilgili beni en çok tatmin eden noktası mükemmeliyet, delilik ve ölüm arasında kurduğu ilişkiden sonrasını seyirciye bırakan sonu oldu. 
Film, Aronofsky'nin 2001'den beri üzerinde çalıştığı, ancak balenin kapalı dünyası sebebiyle senelerce süren araştırmalar ve bütçe bulma zorlukları nedeniyle günümüze kadar ertelenmiş bir proje. Daha senaryo bile ortada yokken o dönemde üniversiteye yeni başlamış Natalie Portman'ı ana karakteri için seçen Aronofsky'nin bu sadakatini Natalie Portman da yarı yolda bırakmamış. 9-14 yaşları arasında aldığı bale eğitimine filmin prodüksiyonu başlamadan bir sene önce geri dönmüş ve bir sene boyunca haftanın 7 günü saatlerce bale dersi almış. Ayrıca rolü için ne kadar kilo verdiğini, fiziksel olarak ne kadar yıprandığını filmi izleyenler de kesinlikle fark edecektir. Her zaman ufak tefek bir kadın olan Natalie Portman'ın bu filmdeki hali yüzünden bile balenin ne kadar bağlılık ve emek gerektiren bir meslek olduğuna şaşmamak ve bu mesleği bir hayat tarzı olarak benimseyenlere hayran olmamak elde değil. Onun bu fiziksel çabası, filmdeki dans sahnelerinin neredeyse hepsinde kendisinin olması ve güçlü performansı, oyuncunun özellikle fiziksel emeğini ödüllendirmesiyle ünlü Amerikan ödül kurumları tarafından mutlaka takdir görecektir. Nitekim görüyor da, Portman bu rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında Golden Globe'a aday oldu ve film Critics' Choice Awards'da 13 adaylıkla bir rekora imza attı. Kısacası, Black Swan görsel ve içerik olarak gösterimdeki birçok Amerikan filminin vadettiği her türlü eğlenceyi vadetmesinin yanı sıra, sanat, mükemmeliyet, ego gibi meseleleri ele alış biçimiyle de kaçırılmaması gereken bir film. Türkiye'de 25 Şubat'ta gösterimde!

14.12.10

Cacao et Chocolat, Paris

,
Çikolata tutkunları için Paris sokakları keşfedilmeyi bekleyen eşsiz bir hazinedir. Hemen hemen her köşe başında çekici pastane, fırın ve çikolatacılar sadece lezzetleriyle değil vitrinleri ve süslü paketleriyle insanın aklını başından alır.
Sen Nehri üzerinde birbirine St-Louis köprüsü ile bağlı iki küçük ada olan İle de la Cite ve İle St-Louis, Paris’in en büyüleyici pitoresk manzarasını sunar. Bu manzarayı özellikle kış günlerinde kuru kuru seyretmek istemeyenlere önerim yanlarına St-Louis adası üzerinde bulunan Cacao et Chocolat’tan sıcak çikolata almaları.

İçeriye doluşan kalabalık sayesinde kolayca seçebileceğiniz bu küçük çikolatacıda, çikolata üzerine aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Burayı diğer benzer çikolata dükkânlarından ayıran, aldığınız ürün hakkında her türlü bilginin size sunuluyor olması. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, alacağınız çikolatanın hangi bölgede yetiştirilmiş kakao çekirdekleri kullanılarak yapıldığını ve içinde hangi aromaların hangi oranlarda kullanıldığını öğrenebiliyorsunuz. Çeşitlerin saymakla bitmeyeceği çikolatacıda fındıklı fıstıklı barlardan kakao oranı yüzde 90’a ulaşan bitter çikolatalara, şekerlemelerden meyveli ürünlere kadar her çeşitte çikolata bulunuyor.





Cacao et Chocolat, kestane gibi mevsimin öne çıkan ürünleriyle hazırladığı çikolata çeşitlerini de çikolata severlerle paylaşarak farklı tatlar peşinde olanları memnun etmeyi başarıyor.
63 rue Saint Louis en L’İle – 75004 Paris
Tel. 01 46 33 33 33
www.cacaoetchocolat.com

*Kakaonun çikolataya dönüşümü 1800’lerin sonlarına doğru, ilk olarak İsviçre’de gerçekleşir.
*Çikolatayı güzel yapan tatlandırılırken kullanılan meyve ve baharat gibi aromalar değil çikolatanın özünü oluşturan kakaonun iyi seçilmesidir.

Le Salon de Chocolat/ Çikolata Festivali
Paris’i gezip üzerine bir şeyler okudukça daha çok seviyor insan. Bu yazıyı hazırlarken bir hafta süreyle kaçırdığımı öğrendiğim çikolata festivali bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Bir uyaran olsa kaçırmazdım diye düşünerek bu günahkâr festival hakkında biraz bilgi vermek istedim. Her sene 28 Ekim-1 Kasım tarihleri arasında düzenlenen Le Salon de Chocolat çikolata severlerin hayallerini süsleyecek cinste büyük bir etkinlik. Louvre müzesinin hemen altında yer alan bir kongre merkezinde düzenlenen festivalde, ünlü şeflerin hazırladıkları pastaları ve sunumlarını görebilir, çikolata sektöründe dünyanın önde gelen markaların birbirinden renkli stantlarını gezip ücretsiz ve sınırsız (en büyük hayal kırıklığını burada yaşadım) tadım yapma imkânı bulabilirsiniz.

Festival kapsamında düzenlenen sergiler en az tadımlar kadar dikkat çekici. Özellikle çikolata tarihinin anlatıldığı ve çikolatadan yapılan heykellerin sergilendiği bölümler, çikolata ve çikolatalı tatlı tarif kitap tanıtımları oldukça ilgi görüyor. Sıcak çikolata yapımında kullanılan antika demlik koleksiyonları da benim gibi eskiciler için mutlaka görülmesi gereken sergiler arasında. Ayrıca çikolatadan yapılmış elbiselerin canlı mankenler üzerinde sergilendiği defileler de moda severlerin ilgisini çekebilir. Festivalde küçük misafirler de unutulmamış ve onlar için çikolata makyajı gibi lezzetli pek çok aktivite düşünülmüş.
*Daha fazla bilgi edinmek ve geçmiş yıllara ait resimleri incelemek için www.salon-du-chocolat.fr adresini ziyaret edebilirsiniz.

Çikolata Sözlüğü
Kakao yağı: Kakao çekirdekleri ezilerek kakao hamuruna dönüştürüldükten sonra, yağı ve içinde tortular olan bir birleşime ayrıştırılır. Bu bileşim daha sonra kakao tozuna dönüştürülür. Kakao yağı çikolataya eşsiz erime özelliğini veren şeydir.
Kuvertür çikolata: Kakao yağı yerine hidrojenle doyurulmuş yağ ihtiva eder. Yüzde 46 kakao, kakao yağı ve şeker içeren bu çikolata, kalıplar halinde satılır ve daha çok süslemede kullanılır.
Bitter çikolata: Kakao oranı en az yüzde 30, en çok yüzde 99 olan bitter çikolatanın kalitesi, yapıldığı kakaoya bağlı olarak değişir. Genellikle içindeki aromalara göre fiyatlandırılır.
Dökme çikolata: Kullanımı kolay ve tüketime yönelik yapılan dökme çikolataların içi genellikle daha yumuşak çikolatayla doldurulur.
Ganache: Paris’te bir pastanede tesadüfen keşfedilen ganache, bir çeşit çikolata kremasıdır. Akışkan kıvamıyla, kremalı tatlılarda ve pastalarda sıkça kullanılır.
Lesitin: Soyadan elde edilen lesitin, yağı parçalama gücü olan doğal bir enzimdir. Lesitin, kakao yağı oranı düşük olan çikolatalara akışkan bir kıvam ve dolgunluk verir.
Sütlü çikolata: En az yüzde 31 oranında kakao içeren sütlü çikolata, süt özü ve süt kaymağı içerir. Günümüzde daha çok bol kakao ve az şeker içeren sütlü çikolatalar tüketiliyor.
Pralin: Tesadüfen keşfedilen çikolatalardan biri de pralin. 1671’de, komiden istediği bir kase badem yere düşünce, üzerine karamelize olmuş şekeri döken ve harika olduğunu düşündüğü bu karışımı Plessis-Praslin adlı düke ikram eden bir şefin hikayesi anlatılır. Bu olaydan sonra, Dük’ün çok beğendiği bu şekerleme praslin ve sonra da pralin olarak anılır.
Erimiş çikolata: Kaynar suyun üzerine bir başka metal ya da porselen kap koyarak, çikolatayı buharda (benmari usulü) eritme yöntemiyle hazırlanır. Erimiş çikolataya genellikle bir parça tereyağı eklenerek tatlandırılır.
Beyaz çikolata: En az yüzde 30 kakao yağı içeren ve geri kalanı süt, şeker ve vanilyadan oluşan, kakaosuz çikolatadır. İyi bir beyaz çikolata, kremamsı, süt tadında, hafif meyveli ve bal aromalı olmalıdır.
Çikolata bar: Genellikle kare ve dikdörtgen şeklinde olan barlar, fıstık ve daha çok fındıkla, bitter ve sütlü çikolata karıştırılarak yapılır.

*Yazıda ‘Çikolata sözlüğü’ başlığı altında geçen bölüm, Food and Travel dergisi/ 2008 Aralık sayısından alınmıştır.

6.12.10

Easy A ve Pretty in Pink: Amerikan Gençlik Sinemasının En İyileri

,
Çok izlenen, çok takip edilen Hollywood yapımlarına baktığınızda bunların büyük bir bölümünün 15-25 yaş grubu arasına hitap ettiğini görürsünüz. Yapım şirketlerinin en çok hedeflediği kitledir bu aynı zamanda, çünkü gişede "büyük" para getirir. Bu tabi ki de bu yaş grubundan çıktıktan sonra insanın içinin geçtiği anlamına gelmez  , sadece insan sanırım bu yaş grubundayken bir filme ya da franchise'a daha sıkı bağlanıyor, ya da onu hayatının merkezine daha yakın bir yere yerleştiriyor. Sadece filmler için geçerli değil bu tabi ki de, kitaplar, gruplar, şarkıcılar, oyunlar için de geçerli aynı durum.
Ben bugün, yazımın girişinden tahmin edeceğiniz üzere, genellikle 15-17 yaş arasındaki karakterlerin sırtlandığı, Amerikan liselerinde geçen, ilk aşk, kimlik arayışı, arkadaş problemleri gibi meselelerle uğraşan "teenage" filmlerinden ve bu filmlerdeki karakterlerden günümüzden ve seksenler ortasından birer örnekle bahsetmek istiyorum. Bu filmler benim yakın zamanda izlediğim ve çok çok beğendiğim 2009 yapımı Easy A ve senaryosunu John Hughes'un yazdığ 1986 yapımı Pretty in Pink. Benim tesadüfen üst üste izlediğim bu iki film, hem çoğu yakın dönem Amerikan teen filmlerinde karşımıza çıkan lise tiplemelerinden (jock, geek, cheerleader, loser vs.) uzak durmaları, hem de bu klişelerden kaçınarak ele aldıkları karakterlerin seslerini abartısız yansıtmaları gibi özellikleri ile türlerinin diğer örneklerinden ayrılıyor. Ayrıca Easy A, John Hughes geleneğine sahip çıkan, ona referansta bulunan ve o geleneği günümüze uyarlayarak sürdüren bir film.

Filmlerden biraz bahsetmeden olmaz tabi ki. Son zamanlarda izlediğim en eğlenceli filmlerden biri olan Easy A, yönetmeni Will Gluck'un ikinci filmi. Daha önce de highschool materyalini işlemiş Gluck'un, bin kere işlenmiş bir konuyu bu kadar farklı ve özgün işlemesinin altında belki bu deneyimin de etkisi olmuş olabilir, çünkü kendisinin ilk filmi Fired Up'ın imdb sayfasına bile baktığınızda karşınıza çıkan ilk kelimeler cheerleader ve football team :) Easy A ise bundan çok farklı olarak, son derece zeki, sivri dilli, mutlu bir ailede yetişmiş ve güzel olmasına rağmen sıradan bir kız olan Olive'in başından geçen sıradışı bir dönemi işliyor. Böyle sıradışı dememe de bakmayın aslında, konu şu: Olive bir gün en yakın arkadaşı Rhi'nin egzantirik ailesiyle haftasonu kampa gitmekten kurtulmak için ona beyaz bir yalan söylüyor. Onun bu "Senin tanımadığın üniversiteli bir çocukla randevum var," yalanı Rhi'nin abartılı heyecanıyla birden Olive'in bekaretini kaybettiği yalanına dönüşüyor. Sonra tahmin edebileceğiniz gibi yalan tüm okula yayılıyor ve Olive kendini "okulun kaşarı" olarak buluyor. Tüm bu hikayede en güzel taraf tüm bunlar olurken Olive'in her şeye mükemmel komedi anlayışı ile yaklaşması ve eğlenmesine bakması..Yani ne "reputation"ı ayaklar altına alınmış saçma bir liseli kızın dramı söz konusu ne de başka türlü entrikalar. Gerçi bu yalanların ardı arkası kesilmediği için bir sürü entrika dönüyor ama anlatıp süprizini sizler için kaçırmak istemediğim bu olayların hepsi o kadar orjinal, o kadar komik ki, siz bunları bayıla bayıla izliyorsunuz. Benim konunun en orjinal bulduğum taraflarından biri de Olive'in en sonunda olayların içinden kurtulmak için kendine basılan damgayı kabullenip, edebiyat dersinde okuduğu Scarlet Letter'dan etkilenip oradaki ana karakter gibi göğsüne "adulterer"ın simgesi "A" harfini yapıştırıp gezmesi ve başına gelen her şeyi en sonunda internete yüklediği bir video ile belgeselleştirmesi.


Pretty in Pink, Easy A'ye nazaran bizim için çok daha klasik bir hikayeyi anlatıyor. Üst sınıf ailelerin çocuklarının okuduğu bir lisede, zengin gençler ve burslu-fakir gençler arasında büyük bir gerilim vardır. Fakir taraftan olan, babası ile birlikte annesi tarafından küçük yaşta terk edilmiş, elbiselerini kendi diken, talibi bol ve tabi ki de alternatif ana karakterimiz Andie (John Hughes filmleri sayesinde 80lerin büyük yıldızlarından birisi olan Molly Ringwald) okuluna pek bayılmasa ve zengin çocuklara pek aldırmasa da yıl sonu balosuna gidip gitmeme konusunda kararsızdır. Filmin en şahane repliklerine sahip, bence son derece komik bir karakter olan en yakın arkadaş Duckie ona sırılsıklam aşıktır, ancak Andie'den yüz bulamaz. Ancak karakterimizin tabi ki hayatında bundan daha büyük bir conflict olması kaçınılmazdır, okuldaki zengin taraftan bir çocuk kızımıza aşık olur kızımız da ona ama sonunda davul bile dengi dengine çalar. Andie kaderine boyun eğip Duckie'ye mi dönecektir, yoksa Duckie'nin adıyla bile dalga geçtiği Blane'e mi? Dedim ya çok klasik diye :) Ancak çok güzel tarafları da var bu klasik hikayenin. Sadece bir 80ler filminde görmezden gelebileceğiniz dramatik romantizmi ve bu romantizme olan naif inancı, karakterlerin çok iyi yazılmış olması, dönem müziği, dönem slang'i ve karakterlerin bugün Amerikan filmlerinde ve dizilerinde pek karşımıza çıkmayan bireyselliği ve idealizmi bunlardan sadece şu an aklıma gelenleri. Çekildiği dönemi ve o döneme rağmen bu saydıklarımı işliyor olduğunu göz önünde bulundurarak izlediğinizde bugünkü örneklerinden kat be kat üstün olduğu görmemek mümkün değil.
İki film de çok zeki ve kendini "ezdirmeyen", hiçbir kişi, durum, sorun, grup için başkası olmayan kadınları merkezine alıyor ve iki filmi de bu kadın karakterlere bu özellikleri dolayısıyla duyduğunuz sempati ile izliyorsunuz. Olive, sarkazmı, komedi anlayışı ve tabi ki yaratıldığı dönem itibariyle hepimize daha çok hitap edecek olsa da, Andie de asla "demode" değil, onun da hala, özellikle de popüler Amerikan sinemasında yeni sayılabilecek tarafları var. İki filmde de yan karakterler çok çok kuvvetli ve yine o çok popüler filmlerde karşımıza çıkan klişe durumlardan uzak yazıldıkları çok belli. Kısacası, kolay ve çok eğlenerek izlenecek, iyi soundtrackli, iyi oyunculuklu filmler arayanlara, Amerikan popüler kültürünün güncel durumunu merak edenlere, hala "lise filmi" izlemekten gocunmayan 20liklere ikisini de gözü kapalı tavsiye ederim. Garanti ediyorum, iki film de sizi çok mutlu edecek :)

Faydalı Link: Easy A Soundtrack'i

5.12.10

havalar soğurken dudaklarımızı koruyalım

,

littlemermaid'in paris yazılarına kısacık bir mola vermişken, havaların da iyice soğuduğu şu günlerde dudaklarım için ne kullandığımı gösterdiğim bir dudak bakımı yazısı yazayım dedim. aslında öyle çok kuru dudaklarım yok, ama hem rujlar, hem de soğuk havalar hafif kurumalara yol açabiliyor.


bunun için ilk koruma yöntemi peeling yapmak. bunu ladylestrange'nin yöntemiyle, yani diş fırçasıyla dudakları fırçalayarak yapmak mümkün. biraz daha etkili bir yöntem isterseniz de evde kendi lip scrub'ınızı hazırlayabilirsiniz. benimkinde şunlar var:

yaklaşık 3 tatlı kaşığı bal
2 çay kaşığı vazelin (herhangi bir dudak nemlendiricisini de ezerek kullanabilirsiniz)
3-4 çay kaşığı toz şeker

ben meşhur youtube gurusu michelle phan'ın videosunda gördüğüm şekilde yaptım ve hazırladığım karışımı kullanmadığım eski bir avon krem kutusuna koydum. sonuç gayet başarılı oldu. yalnız kullanacağınız zaman tekrar karıştırmanız gerekiyor çünkü toz şeker dibe çöküyor. ben bu scrub'ı haftada 2-3 defa yapıyorum. ayrıca dışarı çıkacaksam ve rujumun daha güzel durmasını istiyorsam makyaj yapmadan önce de yaptığım oluyor.

bunu yapmaya üşenirseniz lush'ın lip scrub'larından alabilirsiniz. benimkinden daha sevimli gözüktüğü kesin:


ikinci silahım blistex medplus. bu bugüne kadar kullandığım en iyi dudak nemlendirici olabilir. inanılmaz iyi nemlendiriyor ve çok uzun süre dayanıyor. gece yatmadan önce sürüyorum, sabah kalktığımda hala dudağımda oluyor, öyle diyeyim. hissi biraz vicks'e benziyor, naneli olduğu için hafif dudakları karıncalandırıyor. yani dudaklarınız hassassa bu nemlendiriciyi sevmeyebilirsiniz. benim öyle bir sorunum yok, o yüzden severek kullanıyorum. watsons'tan 7 tl'ye aldım. (desem de inanmayın, annem aldı)

watsons magic lip balm'dan daha önce bahsetmiştim. beyaz gözüken bu nemlendirici dudakta hafif pembeleşiyor. koyu renk dudaklarda bile renk veriyor, çok abartılı bir rengi yok ama pespembe dudaklar isterseniz birkaç kat geçebilirsiniz. kalıcılığı blistex'inki kadar olmasa da gayet iyi. bunun güzel tarafı güneş koruyucusunun olması. watsons'larda 2-3 tl gibi bir fiyata bulabilirsiniz.

kendi ipuçlarını paylaşmak isteyen?

1.12.10

Léon de Bruxelles, Paris

,
Gösterişli vitrinleri, alışveriş yapmaya ve aynı zamanda boy göstermeye gelen çok sayıda ziyaretçisi ile Champs - Élysées, Paris’in en ünlü caddelerinden biridir. Her şey bu kadar ışıltılı olduğunda insan bir restorana girip yemek yemeğe çekinebiliyor. Léon de Bruxelles, bu önyargıyı kırabilecek harika bir restaurant. Paris’in en güzel yanı her restoranda kapı önüne menü konulma zorunluluğu, bu sayede ne kadar ödeme yapacağınızı daha önceden kestirme şansınız oluyor.
Uzaktan bakıldığında ufak tefek görünen Léon, içeri adım atar atmaz uzayan geniş alanı ve her saat başı daha da kalabalıklaşan kuyruğuyla sizi şaşırtabilir. Buraya bu kadar insanı çeken tartışmasız restoranın ünlü midye spesiyaliteleri. En başta benim gibi önyargılı olup kabuklu deniz hayvanlarından hoşlanmayanlar buradan iki porsiyon üst üste Moules Mariniéres (sarımsaklı şarap sosunda pişen midyeler) yiyerek ayrılabiliyorlar. :)

Yurtdışına çıkıldığında yemek konusunda önyargıları biraz olsun geride bırakmakta fayda var çünkü gerçekten akıl almaz lezzetlerle karşılaşabiliyor insan. Menüyü elime ilk aldığımda tutucu davranıp resimde gördüğünüz keçi peynirli salata (10 €) siparişi verdim, erkek arkadaşım sümüklü böcekten horoza kadar akla gelen her şeyi yiyebildiğinden gözüne yan masada çekici gelen Les Moules Méridionales (sarımsaklı-fesleğenli sosta pişirilen, üzerine domates sosu ve peynir ilave edilerek servis edilen midyeler) siparişi verdi.
Benim siparişim çok önemli değil de, onunkinde ayrıca sınırsız patates kızartması vardı ki bu bence söz konusu baharatlı kızarmış patatesse gerçekten ahlaksız bir teklif. Bu güzel ikiliyi tamamlamak için bir de buz gibi bira (5.10 €) sipariş etti. Uzun süre sadece seyretmekle yetinip salatayla kendimi kandırmaya çalıştıysam da başarılı olamadım. Önce o güzelim sarımsaklı sosa bir parça ekmek batırdım, baktım kesmiyor bir parça bol kaşarlı midyeyi mideme indiriverdim. Gerçekten enfesti. Bir şube de Türkiye'de açsak nasıl olur diye bile düşündük. :) Sonra baktık olmayacak bir porsiyon daha sipariş ettik ve öğrendik ki ikinci tabağı 13 € yerine 3 € farkla yiyebiliyormuşuz.
Üçüncü porsiyonu sipariş etmeyi düşünmedik sanmayın ama gerçekten çatlayacak kadar doymuştuk. Ben bu arada gene açgözlülükle yan masaları yoklamaya uzunca bir süre devam ettim. Yemeğin ve sınırsız patatese saldırmamızın ardından sıcak bir çay içip Léon’la vedalaşmaya karar verdik. Niye tatlı yemediğimizi soracak olursanız daha sonra Champs – Élysées’de bulunan Ladurée macaronlarına kendimizi sakladığımızı söyleyebilirim. Ladurée de neymiş diyenler için bu konuya daha sonra tekrar döneceğimi ayrıca belirteyim. Unutmadan çıkarken 50 € gibi bir para ödedik. Aslına sorarsanız salata siparişi saçmaydı siz daha akıllıca seçimler yapıp daha uygun fiyatlarla geceyi kapatabilirsiniz.



63 AV DES Champs Elysées
75008 PARIS
Tél: 01 42 25 96 16
www.leon-de-bruxelles.fr
 

BOLAHENK SOKAK Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates