
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream. - Edgar Allan Poe
Are you really sure that a floor can’t also be a ceiling? - M. C. Escher
Film hala gösterimde olduğundan, izlemeden film hakkında ipucu vermeyen bir yorum okumak isteyenleri uyarayım, bu yazı spoiler içeriyor, benden söylemesi :)
İlk izlediğim Nolan filmi Memento'da insan psikolojisi üzerine çok tikel fikirleri olan ve bunu filmlerinde kendince işlemek isteyen bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüştüm. Memento sonrası da yönetmenin filmlerini takip etmeye başladım, ancak kendimi "hayran" saymam Dark Knight ile başladı. Sonradan izlediğim Prestige, Following ve Insomnia ise Nolan'dan beklentilerimi giderek yükseltti ve IMDB sayfasını takip eder oldum. Kısacası Inception, yapım aşaması öncesinden beri takip ettiğim bir proje idi ve o süreçten beri, Nolan'ın konuyla ilgili ketum tavrına rağmen film ile ilgili duyduğum her gelişme, oyunculardan tutun da, yapımcısına, ele aldığı malzemeye kadar beni çok heyecanlandırdı. Peki Nolan filmografisinde ilk işlerinden beri kendini gösteren döngüsel zaman kullanımı, suç, gerçeklik, suçluluk duygusu gibi meseleleri Following'den sonra senaryosu tamamiyle kendisine ait olan ilk filmi Inception'da nasıl ele alıyor, bu meseleleri nereye taşıyor, bu yazımda biraz bunlara bakalım; biraz da filmin izleyiciye fazla bilgi yükleyen, ancak filme dair bazı temel meseleleri de kendi içinde açıklamaya değer görmeyen tavrı nedeniyle kafa karıştıran bazı kısımlarını da açıklamaya çalışalım istiyorum.
Inception, temelini Christopher Nolan'ın 16 yaşından beri kurcaladığı rüya-gerçeklik, rüya alanının paylaşılması, kötüye kullanılması gibi meselelerden alan ve üzerinde 8 yıl çalıştığı bir proje. Bu meselelerin, özellikle de gerçekliğin ne olduğu sorgulamasının Nolan'ın uzun zamandır kafasını meşgul ettiğini, Memento, Insomnia ve Following'i izleyenler hatırlayacaktır. Filmin tretmanını ilk kez 2001'de Warner Bros.'a sunan, kabul de gören Nolan, böyle bir filmi gerçekleştirmek için büyük ölçekte film çekme deneyimi edinmesi gerektiğine karar verince projeyi ertelemiş ve bu projenin aslını oluşturan suç, suçun doğası, sorumluluğu, gerçeklik, gerçekliğin sınırları gibi meseleler bu süreç içinde gerçekleştirdiği filmlere farklı hikayeleri anlatsalar da dağılmış. Dolayısıyla Inception bir bakıma bu filmografi içinde Nolan için doğal olarak gelinen bir nokta.
Film, rüyalara girip bilinçdışından fikir çalmanın mümkün olduğu alternatif bir gerçeklikte geçiyor ve filmin açılış sahnesi, bu evrende fikir hırsızlığı yapan Cobb'un rüyasıyla başlıyor. Filmin, Nolan'ın çok sevdiği döngüsel zaman kullanımını da gerçekleştirdiği tek sahnesi burası aynı zamanda. Çoğu izleyicinin kafasını karıştıran, Cobb'un rüyanın en derin katmanı olan ve Saito'yu bir "kick" ile uyandırmak için gittiği bu bölüm, filmin sonuna doğru anlamlanıyor, bu sahneden sonra da bir çeşit iş görüşmesi sayılabilecek başka bir rüyaya geçiyoruz. Film de bu rüyayla birlikte linear anlatımına geri dönüyor, fikir hırsızı Cobb'un takım arkadaşı Arthur ile tanışıyoruz, filmin ana hikayesini oluşturan evliliği, Amerika'ya dönememesi gibi konular Cobb'un yeni işi olan, filme de adını veren Inception süreci ile başlıyor. Takımın ihtiyacı olan yeni mimar Ariadne'nin, Cobb'un babasının üniversite öğrencilerinden seçilmesi ve onun başkalarıyla rüya paylaşmayı öğrenmesi ile birlikte, izleyici olarak bizim de bazı sorularımız bu kısımda biraz açıklık kazanıyor. Filmle ilgili benim canımı sıkan kısımlardan biri de bu kısımın nasıl işlendiği. Yani bu rüyalara girme teknolojisinin Ariadne'nin sorularıyla belki biraz açıklığa kavuşabilecek, yaygın olarak uygulanıp uygulanmadığı, bilimsel olarak nasıl mümkün olabileceği gibi meselelerin, Ariadne'nin bu öğrenme sürecinde de rüyada olmasının tercih edilmesiyle es geçilmesi ve nedense tüm film boyunca yapılan şey bir tür kolektif lucid dreaming olmasına rağmen bu kavramın esamesinin bile okunmaması. Ariadne'nin soruları sırasında rüya gördüğünün farkında olmaması filmin genel rüya-gerçeklik ayırdıyla ilgili söylemeye çalıştıklarına hizmet eden bir durum ve film kendi gerçekliği içinde izleyiciye hiçbir şey açıklamak zorunda değil, ama rüyaların nasıl dizayn edildiği, katmanları, fikrin nasıl çalınacağı vs. gibi meseleler ile ilgili bu kadar çok bilgi yüklemesine maruz kaldıktan sonra izleyiciden bıraktığınız boşluklarla ilgili soru sormamasını beklemek de pek mümkün değil açıkçası.

Filmin bundan sonrası ise iç içe geçmiş, birbiri içinde geçişlerin "kick" lerle sağlandığı rüya katmanlarından oluşuyor. Her katmanın birbiri arasındaki zaman algısı farkı, her katmandaki fiziksel değişikliklerin bir alt katmanın fiziksel öğelerini değiştirmesi bence filmin kurduğu rüya dünyasıyla ilgili en başarılı etmenler. Harvard Üniversitesi'nde rüya araştırması yapan Deirdre Barret de, "rüya dünyası dışı"ndaki dünyada gerçekleşen, telefon çalması, yağmur yağması vs gibi durumların rüyaya bu şekilde eklemlendiğini, Nolan'ın bu temsilinin, filmdeki bazı yanlışlıkların aksine, çok doğru bir temsil olduğuna işaret etmiş.
İnmeyi planladıkları derinliğin sonuncusunda Fischer'ın ölümüyle başarısız olan ekip, Ariadne'nin ısrarıyla devam etme kararı alıyor ve Cobb ile Ariadne limboya iniyor. Burada Cobb, Mal'ın projeksiyonunu öldürüp "gerçekliği" seçiyor ve film en baştaki sahneye geri dönüyor. Filmin başındaki yaşlı adamın limboda yaşlanmış Saito olduğunu görüyoruz. Sonrası da malumunuz, filmin nedenini anlayamadığım bir şekilde herkesin kafayı taktığı sonu, yani takımın uçakta uyanması, Cobb'un evine, çocuklarına dönüşü, Mal'ın totemi dönerken filmin sona ermesi ve o "Şimdi bunların hepsi bir rüya mıydı?" sorusu.

müçemmel yazı, eline sağlık.